5 Kasım 2010 Cuma

Yine geldi

O küçük kız yine geldi. Karanlıkta oturuyordum. Ne yapmam gerektiğini bilmeden... İçimde kırılmış bir ruh vardı sanki. Bir yetişkin olarak makul mantıklı çözümler arıyordum. Veya aradığımı sanıyordum. İşte tam o anda geldi. Baktım ki odanın kapısından beliriverdi. Ayakları çıplaktı. Saçları dağılmış, oynamış yorulmuş terlemiş belli ki. Kısa, beyaz, fırfırlı bir elbisesi vardı. Kara kocaman gözleri dolu dolu, dudağı bükülmüş bir halde, çıplak ayakları parkede şıp şıp ses çıkararak geldi. 5-6 yaşlarında olmalıydı. Ben ne zaman böyle hissetsem çıkıp geliyor. Beni kendi derdimi düşünmekten alıkoyuyor. Çünkü üzgünken geliyor bana. Aynı oğlum gibi gelip kucağıma çıkıyor teklifsiz. Azıcık soğuk ayaklarını karnına çekip oturuyor dizlerime. Öyle tatlı ve masum ki, git diyemiyorum.

Evet, bu gece de geldi bana. Ağlamaklı… Yumuşacık siyah saçlarını okşadım. Elimin sıcaklığını hissedince daha bir sokuldu.

-     Ne oldu canım sana? Neden üzüldün bu akşam? diye sordum.
-    Ona kızdım… dedi.
-    Kime? dedim.
-    Ona, oyun oynuyorduk.
-    E ne güzel, oyun oynuyormuşsunuz? Ne oldu da bu kadar üzüldün?
-    Benim kurallarımla oynamıyor!!!

Hoppala… Hırsa bak… Oyun oynuyorsunuz yahu, kuralı olur mu çocuk oyununun? Kuralları hep değişir, günden güne, adım adım, her dakika… İçimden “kimse senin kurallarına göre oynamak zorunda değil. Hele bir büyü, o zaman anlarsın” demek geçti. Ama bu sorunu daha da büyütürdü.

-         Peki onun kuralları eğlenceli değil mi? diye sordum onun yerine.
-         Hayır değil.

Ne diyeceğimi bilemedim.

-         Ama arkadaşın seni seviyor. Bazı kurallara göre veya değil, seninle zaman geçirmekten hoşlanıyor ve o hala orada seni bekliyor.
-         Ama beni sevseydi benim kurallarıma göre oynamayı kabul ederdi.
-         Peki neymiş senin kuralların?

Küçük kız duraladı. Bu kez gerçekten ağlamaya başladı. Sakinleştireceğim yerde daha çok ürkütmüştüm onu. Belli ki kurallarını bilmiyordu, ya da ifade edememişti. Arkadaşı gider diye, oyun biter diye kurallarını söylememiş, sonra da neden uymuyor diye sinirlenmişti belki. Göğsüme bastırdım. Saçlarını okşadım. Sırtını okşadım. Ona bu dünyada olabileceği en güvenli yerin benim kucağım olduğunu fısıldadım. “Sarıl bana ve sadece seni ne kadar çok sevdiğimi hisset. Sen çok değerlisin, çok güzel bir şeysin, çok özelsin. Benim canımsın.Bir tanemsin.” dedim. Küçük kız bir süre daha ağlamaya devam etti. Sonra içini çeke çeke sustu ve kucağımda uyuyakaldı. Onu bir süre kollarımda dinlendirdim. Uyandığında kendini daha iyi hissediyordu. Ona hiçbir şey söylemem gerekmedi aslında. Sadece ona sevgi ve güven dolu bir kucak verdim o kadar. Toparlamıştı. Yüzü gene ışıldıyordu. Bana dedi ki

-Ben oyunuma geri dönüyorum. Akılma komik bir şey geldi… Hemen ona söyleyeceğim…

Sonra atlaya zıplaya gitti. O gidince kendi kendime kaldım gene. 

Ben hiç kurallarımı tanımlamış mıydım?

7 Ekim 2010 Perşembe

..........


Bu özlem dalga gibi geliyor kimi zaman. Boğazımda kalbimde toplanıyor. Gözüm doluyor. Gözümün önünde sen… Kokunu alır gibi oluyorum. Eline saçına dokunuyorum. Gülümsüyoruz karşılıklı, konuşuyoruz. Fazla değil ama… Bir iki kelime. Sen fazla konuşmayı hiç sevmedin. Bir iki kadeh rakı içtiğin akşamlar hariç. Sen beni yaratansın, şekil verensin, ufuk açansın, uçmam için güç verensin. Kızardım sana çocukken, çok kısıtlıyorsun beni diye. Şimdi anlıyorum kanatlarım güçlensin diyeymiş. Evde sunduğun zengin dünyanın değerini şimdi anlıyorum. Bütün hayatı anlatmışsın bize. Yeri gelince kaya gibi sert, yeri gelince sıcacık ve yumuşacık, mesafeli ama her zaman ilgili, hep kalbin ve gözün üstümüzde. Kendi hayat amacını ve tutkunu bulup gerçekleştirmiştin. “İnsan eğitmiştin”. İnsanlara hayatı öğretmiştin. Beni serbest bıraktığında, bugünlerdeki gibi uçabileceğimi tahmin bile edemezdim. Şimdiki huzurumun, sevecenliğimin, gücümün, dengemin mimarı sensin.

Özlemin geldi bağrıma oturdu gene. Ölüm beklemişti zaten uzun süre, bizim hayatlarımızı kurmamızı, mutlu olmamızı, seni anlamamızı, büyümemizi… Beklemedi daha fazla. Zamanında geldi. Bu yüzden içim rahat. Üzgün değilim. Ama şu özlemek olmasa… Ah şu özlem olmasa…

29 Temmuz 2010 Perşembe

Workaholic

Don' t think that when this song was famous, I was dancing or having fun. I was preparing quotations for months and months by listening it, I mean, I was working... Days and nights... It is puzzling to have a motivation out of this song. Was that because of me? Was that because of the rithm? I don' t know. Yes, I had the times when I was a workaholic, I remember...

I am getting older, my secret garden is developing... I guess, I slowly learn, each herb needs special and equal attention. Maybe because of this, I don' t want to miss anything in this life. I want to have enough time to taste anything... I want to do a lot, I want to create a lot... I guess the kid inside me is dancing like in this video...

Well, why do I stop then???

------
Bu şarkı meşhur olduğu günlerde danseder, eğlenirdim sanmayın. Bu şarkı eşliğinde hazırlıkları ayları bulan teklifler hazırlardım, çalışırdım yani. Geceler ve günler boyu... Bu şarkının çalışma motivasyonu veriyor olması biraz şaşırtıcı. Benden mi yoksa ritimden mi kaynaklanmıyor bilemedim. Benim de işkolik olduğum zamanlar oldu, evet, hatırlıyorum.

Yaş büyüyor, insanın gizli bahçesi genişliyor. Sanırım her bitkinin ayrı ilgi ve zaman istediğinin ayırdına varıyorum yavaştan. Bu yüzdendir belki hiç bir şeyi kaçırmak istemiyorum hayatta. Herşeyden tadacak zamanım olsun istiyorum. Çok şey yapmak istiyorum, çok şey üretmek, içimdeki çocuk sanırım bu klipteki gibi dansetmeye başladı.

E o zaman ne duruyorum???

Brooklyn Funk Essentials - Istanbul Twilight

We were on Istiklal Street yesterday. 5 kids and I... We ate in Bambi, walked. It was crowded, tooo much...

Istanbul is always beautiful...


Dün İstiklal caddesindeydik, 5 çocuk
 ve ben... Bambi' de yemek yedik, yürüdük, kalabalıktı. Hem de çok...

Istanbul her dem güzel...
 

25 Temmuz 2010 Pazar

Can happen again - Yine olabilir...

It was the old times and good times. All we decided to do… Religion teached us the destiny is written once, could not be changed anymore. But we were told that we had also free will to create each moment of our lives again and again. That’ s why our destiny was written by us, our lives was created by ourselves in the way to surprize ourselves, the universe, even the God. That’ s why the fortune tellers were puzzled easily, they were not able to tell what would happen next, we were reccomended that we should not trust them.

It was never too late. We were having the power to do whatever we wish. We discovered chemistry, physics, magical calculus, mathematics. We discovered how to refine iron, copper, how to sing, dance, paint, compose a melody… We gave life to earth, we designed sculptures, not to reach to eternity, just to Express the power inside… All we had the same talents, the same creative power. Some of us focused on some talents, some of us on the others, we chose to develop in different things. Because our souls ordered just this way. Sometimes we got together, we united our abilities to create miracles. Sometimes we splitted up, disunity fell into our souls, hurt us… We fooled ourselves to consider diversity as disunity…

Each moment was a different begginings in life. A new decision moment… A new expression of any talents… A new moment of passion… We should have had try. We should have had a new start each moment. We could only reach the eternity in this way…

Love and fear did not live in the same heart. Disunity went against love. We accepted eachother and got relaxed. We gave permission to eachother to be as we were. We encourage eachother to realize our soul's wishes. Our soul were screaming, we screamed as well, cried, laughed...

We started with passion for each day… Each day a new excitement… We raised our arms to holly sky to embrace light of the sun and the moon. We became stairways to eachother to raise up, we exalted eachother. We enriched, nourished eachother, gladly, joyfully…

It happened once. All the reasons, all the things created this circumstances happened once. It can happen again. This is possible…

Yine olabilir...

Eski zamanlardı, iyi zamanlardı… Hepsine biz karar vermiştik. Din bize kaderin baştan bilindiğini, değiştirilemeyeceğini söylemişti. Ama bize özgür irade de verilmişti. Her anımızı özgür irade ile yeniden yaratabileceğimiz söylenmişti. Bu yüzden kaderimizi hep biz yazıyorduk, kendimizi, dünyayı, evreni hatta Tanrı’ yı şaşırtacak anlık kararlar ile yaşamımızı yaratıyorduk. Bu yüzden falcılara inanılmıyordu. Bu yüzden falcılar geleceği tam olarak söyleyemiyordu. Bize biçilen yaşamları bir anda elimizin tersi ile itip yepyeni bir yol seçebiliyorduk. Şaşırıyor, şaşırtıyorduk.

Hiçbir şey için geç değildi. İstediğimiz her şeyi yapabilme gücüne sahiptik. Kimyayı keşfettik. Resim yapmayı, yazılar yazmayı, demiri, bakırı işlemeyi, şarkı söylemeyi, beste yapmayı, dansetmeyi… Toprağa can verdik, heykeller yaptık, sonsuzluğa erişmek için değil, sadece içimizdeki gücü ifade etmek için. Hepimizin içinde aynı yetenekler vardı, aynı yaratıcı güç. Biz bazılarına odaklandık, bazılarında ilerlemeyi seçtik. Ruhumuz böyle istedi. Bir araya geldik, yetenekleri birleştirdik, bazen ayrıldık, ayrılık düştü içimize. Çeşitliliği ayrılık sandık.

Her bir saniye sonrası hayatın yeni bir anıydı. Yeni bir karar anı. Yeni bir yetenek anı. Yeni bir tutku anı. Denemeliydik. Yeniden başlamalıydık her ana. Böyle böyle ulaşacaktık sonsuzluğa.

Sevgi ile korku aynı kalpte barınmıyordu. Ayrılık sevgiye ters düşüyordu. Kabul ettik birbirimizi, rahatladık. İzin verdik birbirimize kendimiz gibi olmaya, rahatladık. Cesaret verdik birbirimize ruhumuzun istediği şeyi yapması için. Ruhumuz çığlıklar atıyordu, biz de bağırdık, ağladık, kahkahalar attık…

Tutku ile başladık her yeni güne. Heyecan ile… Güneşin ayın ışığını kucaklamak için ellerimizi uzattık göğe. Yetmediğimiz yerde birbirimize basamak olduk birbirimizi yücelttik. Birbirimizi besledik, büyüttük.

Bu oldu… Bunu yaratan her şey de oldu. Bir kere oldu. Bir daha bir daha olabilir… Bu mümkün…

23 Temmuz 2010 Cuma

Zenginlik

Hayatında neyin yoksunluğunu duyuyorsan ve odaklanıyorsan o yoksunluğu daha fazla çekersin diyor evrensel yasalar. Biliyorsak neyin zenginliği içinde olduğumuzu? Kimin sevgisi ile dopdolu olduğumuzu, hayatımızda kimin bize ilham ve güç verdiğini, kimin varlığı ile zenginleştiğimizi, büyüdüğümüzü ve geliştiğimizi… Ama yoksa imkanı onun fiziksel varlığını da sağlamanın yanıbaşımızda ve çoğaltmanın? Biliyorsak bir başka dünyaya ait olduğunu ve gelemeyeceğini. Biliyorsak kalpleri bizimle ama fiziksel varlığını veremiyor bize… Ve hatta biliyorsak bizim kadar yoksunuğumuzu duyduklarını… Bir ömür hasretle yaşanır mı? Bir ömür bizi beklerler mi? Bir ömür bekler miyiz? Ta ki öbüründe buluşana kadar?

Bunda öğrenilecek bir şey olmalı. Sabır… Tevekkül… Başetme… Beklentisiz sevgi… Kabullenme… Bunları öğrenebilmek bir ömür hasret çekmeye değmez mi?

Ben yoksun değilim senden. Sen baktığım yöndesin. Gördüğüm şeydesin. İşittiğim sestesin. Doğadasın. İçimdeki nefestesin. Düşüncemdesin. Söylediğim sözdesin. Sen bir çembersin beni sarmalayan. Bense tam merkezdeyim. Bu yüzden gittikçe çoğalıyorsun. Gittikçe büyüyorsun, genişliyorsun. Şimdi biliyorum ki, fiziksel varlığın olmayınca ayrılık gayrılık da kalmadı aramızda. Biriz artık. Sen çoğaldıkça içimde ben de çoğalıyorum.

27 Mayıs 2010 Perşembe

Çocukluk arkadaşının kalbindeki babam...

Bir insan hem yaşamı hem de ölümü ile başkalarında "daha iyi bir insan olma" hevesi ve gücü yaratıyorsa... Bütün bu bilgelik nereye gitmiş olabilir?
 
Çocukluk arkadaşının kalbindeki babam...

http://www.gazeteekspres.com/koseyazari.php?id=1765

Babanızın cenazesinde ne giymek istersiniz?

Boş valiz karşımda ağzı açık duruyor. Çekmecede giysilerim, fırlamış bana bakıyorlar. Ben bir ona bir öbürüne gözüm takılarak ortada sersem sersem dolaşıyorum. Pantolon koymalı mıyım? Kaç günlüğüne gidiyorum? Acaba soğuk mudur, hırka alsam mı? Şu rahat tişörtlerden almam lazım, süslü püslü görünmek için son gün bugünler herhalde. Elimi neye attıysam çok renkli neşeli. Hiç bugünleri düşünüp şöyle mütevazi bir şeyler almamışım. Ya çok paspal, ya çok süslü, renkli. Biri gelseydi keşke benimle, benim yerime valizi hazırlardı, şimdi ne alayım derdim olmazdı dedim kendi kendime. Peki yarın? Cenaze töreninde? Hadi bakalım, hiç bunu düşünmemiştim. Bu bir tartışma konusu olmalı. “Babanızın cenazesinde ne giymek istersiniz?”

Önce geleneksel siyah uzun kollu bir şeyler bulmalıyım dedim. Ama hüzün yakışmazdı, tertemiz, bakımlı, düzgün bir şeyler giymem lazım, sırf geleneklere uyacağım diye babamın karşısına paspal çıkamam ki. Çok renkli şeyleri de sevmezdi, çok dikkat çekiyorsun derdi. Çünkü 70-80 lerde dört kız çocuğu büyütmek belirgin bir kaygı ve koruma güdüsü gerektirir, babamda fazlasıyla vardı. Bizim güvende olmamız, eğitimli olmamız, güçlü olmamızı isterdi. Zarar görmeden ve aynı zamanda temiz kalarak yaşamak çok kolay değil. Babam bunu yaptı ve sanırım bize de bunu yaptırdı.

Ama onu karşısına şık ve düzgün çıkmak istiyorum. Hüzün yakıştıramadım hayatı yarı hüzünle geçen o adama. Mücadele eden, seven, koruyan, eğiten, vizyon açan, hayat veren… Şimdi bütün çocukları tek tek yanına toplanıyoruz. Kurduğu, kurulmasını sağladığı bütün hayatlar… Hüzün yakışır mı böyle bir cenaze törenine? Ölüm acısı taşıyan hiçbir şarkıyı babama yakıştıramıyorum, çünkü bu bir acı değil, bir hoşça kal. Tekrar görüşmek üzere bir geçici veda. Sevgi ve huzur dolu bir ev, bir hayat. Güçlü bir aile. Seven birbirini destekleyen kalpler. Herkes bir araya geliyoruz..

Hala bulamadım ne giymek istediğimi, başıma hangi örtüyü örtmek istediğimi. Ne renk olmak istediğimi, nasıl görünmek istediğimi. Valize attım bir iki parça bir şey. Birinden birini seçeceğim veda günü için. Aslında biliyorum ölenler bir yere gitmez.

Gene de insan önceden önceden düşünmeli mi acaba, babası hayatta iken daha, “Babamın cenazesinde ne giymek isterim?” diye. Sonradan afallamamak son dakikada yanlış kararlar vermemek için?

9 Mayıs 2010 Pazar

Durum

Göz bir gün şöyle demiş: "Bu vadilerin ötesinde mavi sislerle sarmalanmış bir dağ görüyorum. Güzel değil mi?"

Kulak dinlemiş, bir süre dikkatle dinledikten sonra "Ama dağ nedere? Onu duymuyorum," demiş.

Sonra El konuşmuş ve demişki, "Çabalıyorum ama boşuna, ona dokunamıyorum," ve Burun da "Dağ yok, çünkü onu koklayamıyorum," demiş.

Göz başka bir yana bakmış ve hepsi aralarında Göz' ün bu tuhaf yanılgısı hakkında konuşmaya başlamışlar. Ve şöyle demişler: "Bu, Göz ile ilgili bir durum olmalı."

Halil Cibran


Bu sadece benimle ilgili bir durumdu. Benim algıma ve benim yaratılışıma uygun… Sadece ben biliyordum. Ben anlayabiliyordum. Başkaları kendi algı ve yaratılışlarına göre değerlendirmeler yaptı. Kimisi inandı bana, kimisi itiraz etti, kimisi uyardı. Oysa ben biliyor ve görüyordum orada olduğunu. Dedim ya, bu sadece benimle ilgili bir durumdu. İçimdeki tüm devinimleri ben biliyordum. Kapılar kapılar açıp bazılarını kapatıyordum. Kendi içimdeki yolculuktan keyif almaya başlamıştım. Bu durumdan çok, durumumun yarattığı yolculuk beni şaşırtmaya başladı. İşte benim durumum bu…

Herkes kendi yaratılışına, yeteneklerine ve algısına göre yaratır gerçeğini. Düşünür, hisseder, niyetleniriz. Bunlarla gerçeğimize yön veririz. Ben bu durumun benim gerçeğimi iyi yönde yaratmasını seçtim. Duruma iyi düşünceler, duygular ve niyetler yükledim. Şimdi artık cennetteyim. Keyifli bir yolculukta, bir keşifte, sınırsız bir dünyadayım.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Can

Sen bir cansın. Ne benden ne evrendeki herhangi bir varlıktan farklı olmayan, herkesin eşit, herkesin hür ve mutlak mutluluk içinde yüzdüğü bu alemde, bir cansın sen. Bir nefes…

Kötü zamanlar yaşıyorsun şimdi. Hayatın bir dönüm noktasında sanki. Öyle görüyorsun. Güçlü durmaya, değişiklikler ile baş etmeye, bir yandan da egonun çığlıklarına karşılık vermeye çalışıyorsun. Çırpınan, üzülen, yıpranan çocuk ruhun belki ağlamak istiyor. Korkuyor. Kızıyor, vesaire… Sana her ne oluyorsa bil ki bir özeti de benim kalbimde yaşanıyor.

Hasta olanlar kendilerine acınmasından hoşlanmazlar ya, sen de senin için endişelenmemi istemiyorsun. Hatta kendini bırakıp benim için korkuyorsun. “Endişelenme,” deyip duruyorsun bana. Ama can, ben endişelenmiyorum ki, ben kaygılanmıyorum ki, korkmuyorum ki… Benim canım acıyor sadece. Senin canın acıdıkça benimki de acıyor. “Bu benim meselem, senin neden canın yanıyor?” deme bana. Sen sanıyor musun ki biz aslında iki farklı insanız, ikimiz farklıyız?

Ben senim can… Sen de ben… Ve ikimiz de ayrı ayrı, bütün bu evren neyse oyuz.

30 Mart 2010 Salı

Nedir?

Karar verdim. Bu havalar beni manik depresif yapıyor arkadaş. Ruh halim dalgalı, yer yer poyraz, karayel, aynı anda günlük güneşlik.

Şu içimdeki iki kişinin kavgasını susturamıyorum. Biri huzurlu olan, hiçbir şeyden korkmayan, hep desteklenildiğini, korunduğunu bilen ve beni hep dengede tutan taraf. İçimdeki ses. Öz dedikleri bu herhalde. Hani mutlak mutluluğu yaşayan ve yayan şey.

Diğeri beni resmen bacağımdan çekiyor. Bugün kavga ettim onunla. “Kes sesini” diye bağırdım. Göğsüme bir ağırlık çöktü. Baş etmek mümkün değil.

Şu ego denen şey, bildiklerini şaşırtıyor insana. Üstelik de sadece kendi egomuz değil başa çıkmaya çalıştığımız. Etrafımızdaki herkes egosunu gezmeye çıkartmış, çalışırken, yürürken, uyurken, konuşurken hep birlikte takılıyor. Onlar da çekiştiriyor bacağımdan.

Ne güzel demiş Usui,

“Sadece bugün kızma
Sadece bugün kaygılanma
Anneni babanı öğretmenlerini ve yaşlıları onurlandır
Geçimini dürüstçe kazan
Tüm canlı varlıklara şükran göster”

Kalkıp yemekten artan etleri, içimde şükran duygusu ile, bahçelerde dolaşan köpek için dışarıya bıraksam dengeye gelir miyim?

Deneyelim…

13 Mart 2010 Cumartesi

Kapılar

Kapılar kapanıyor. Zorluyorum ellerimle, bütün gücümle itiyorum. Önüne ayağımı sabitliyorum birinin, diğerinin arasına bir eşya atıveriyorum. Ne gariptir, o kapı bana bakıyor, neden beni gelip sen açık tutmadın da başka bir nesneyi iteledin önüme diye. Yetişemiyorum. Öncelikli kapılara yetiyor ancak gücüm. Bir onu bir öbürünü kurtarıyorum. Kapılar kapanırsa ışık kalmayacak, bahçeyi göremeyeceğim. Ama ne uğraşıyorum… Tüm kapıların açık kaldığından emin olduktan sonra bile derin nefes alamıyorum. Sakin kalamıyorum. Hala tutamadığım, benden habersiz kapanan kapı var sanıp sıçrıyorum yerimden. Şöyle bir iki tur atıyorum, her şey yolunda ise uykuya dalıyorum. Sabah ilk iş tekrar bakıyorum kapılara. Ben uyurken kapananlar oldu mu bilmem gerekiyor.

Bu hep böyle sürer gider. Karanlıktan korkmamayı öğrendiğimde, karanlıkta bile yolumu bulmayı öğrendiğimde sakinleşeceğim.

Bir dağda oturacağım sessizce. İçimde bir ışık doğacak, göğsümden. Büyüyüp ortalığı aydınlatacak. Ben kıpırdamayacağım bile.

5 Mart 2010 Cuma

Toxoplasmosis

“Sen yaşamın sürekli akan bir nehir gibi olduğunu zannediyorsun. Yaşam aslında öyle değil, zaman öyle akıp duran bir şey değil. Bir film şeridini düşün, birbiri ardına gelen ve hızla geçildiğinde hareketi oluşturan binlerce resim vardır üzerinde. Bu resimlerin her biri bir kesiti gösteriyor. İşte zaman öyle bir şeydir. Sonsuz sayıda resim var. Ve bu resimlerin tümü sonsuzlukta asılı duruyor. Sen sadece içlerinden yarattığın senaryoya uygun olanını çağırıp belli sırada oynatıyorsun ve sadece bilincinin içinde bulunduğu kareyi algılıyor. Bu resimler hiçbir yere kaybolmuyor, sonsuzlukta asılı kalıyor. Her karedeki biz gerçeğiz, varız ve o anı yaşıyoruz.”

İdrak etmem biraz zaman aldı. Yeni bir bilgiyi özümsemeye çalışıyordum. Ama sonra son sözlerine takıldım. Ve içime bir heyecan gelip kondu. Kalbim hızlandı.

“Peki o zaman, ablamla ilgili anılarım? Onlar da mı duruyor?”

“Evet, elbette, hiç kaybolmadılar, yaşadığın anki halinde evrende asılı duruyorlar.”

“O hiç ölmemiş gibi mi yani?”

“Ölenler nereye gider ki?”

Ablamın acısı içimde tazeydi. Bu sözlerin bana ilaç olmuştu. Hiç aklımdan çıkarmadım.



Yıllar sonra acılar hafifliyor. Anılar geri planlara atılıyor. İnsan o resim denizinden farklı resimler çağırmaya başlıyor. Öleni unutuyorsun. Ama o andaki bilincimle o andaki ben, ablama sarılmış duruyor, duracak sonsuza dek. Ya da onunla gülüyor o anki ben. Konuşuyor. Ona hayran hayran bakıyor. Yürüyor onunla beraber… Ablam ve ben birlikte zaman geçiriyoruz. Hala… Ve sonsuza dek…



Küskün bir çocuk gibi oturuyordun bir gün. Haziran’ da… Sultanahmet’ te bir kafede buluşmuştuk. Yağmur başlamıştı aniden hatta. Hatırlasana… Çok zor bir gün geçirmiştin. Yakalandığın virütik hastalık seni yorgun düşürüyordu geceleri. Gündüzleri iyiydin, ama ateşin çıkıyordu akşam saatlerinde ve sabaha kadar düşmüyordu. Beraber elimizdeki bilgilere bakmıştık. “Yaşamında sevgiyi hissedememek, alamamak” diyordu bilinçaltı nedeni için. Biz konuşurken dışarıda güneş açtı. O ağır yaz yağmuru kesildi. Hatırlıyorsun değil mi? Ben uzanıp iki elini tutmuştum sıkı sıkı.

“Ablam öldüğünde bana söylediklerini hatırlıyor musun?”

“Bazen o kadar çok konuşuyorum ki… Ne demiştim?”

“Hani zaman teorin… Evrende sonsuza dek asılı kalacak olan resimler…”

“Evet hatırlıyorum.”

“Sevgiye uyarlayalım. Deneyelim mi?”

Tane tane konuşuyordum. Konuşurken ellerini ellerimde sıkıyordum, söylediklerimin ciddiyetini göstermek istercesine. Sesimi net ama kısık bir tonda tutuyordum. Hafifçe sana doğru yaklaştım. Çok önemli bir sırrı açıklıyormuşçasına, gözlerimi kocaman açıp konuşmuştum seninle.

“Hatırla, düşün! Senin teorine göre, eğer hayatında bir an, kısacık bir an sevildiysen, bu, sonsuza kadar sevileceğin anlamına gelir.”

Yüzün aydınlanmıştı. Gözlerini sen de kocaman açtın... Yüzünü bana yaklaştırdın. Aynı net ses tonu ile,

“Evet” dedin. “Ben sevildim. Hem de çok. Bunu biliyorum.”

23 Şubat 2010 Salı

Gittim ben

Senin haberin yoktu. Uykuda da olabilirdin o ara. Uyanıksan da eminim bir şeylerle meşguldün. Ben çok yorulmuştum. Ancak gidebilecek kadar gücüm kalmıştı. Gittim. Sen öylece yaşamına devam ederken, seni terk ettim.

Haberin bile olmadı ben giderken. Aklına bile gelmemiş olabilirim. Gününden bana vermeyi esirgediğin 5 dakikayı başka bir şeylerle doldururken ben senin karşına geçtim. Sen bana bakıp sırıtıyordun. Zihnimdeki bu şey sanki sen değildin. Bir vampir veya bir asalak olabilirdin o anda. Bana yapışık yaşıyordun, benim duygularımı ve yaşam enerjimi tükettikçe “daha daha” diye haykırıyor ve bana daha çok tutunuyordun. Ancak nefes alabilecek kadar hareket etmeme izin veriyordun. Ben karşına geçmiş günden güne kendimi tüketirken sen sadece gülüp besleniyordun. Amacın bu değildi, ama ilişkimiz bu hale dönmüştü. Ben sana “gitmeni istiyorum” dedim. “Bağlarımız artık kopsun, beni bırak.” Sırıtan ifaden kayboldu. İçine bir sızı geldi kondu. Ne yapacağını bilemedin. Ben senin hayat damarlarından biri olmuştum. Kesilse yerine ne koyacağını düşündün bir an. Benim yerime hiçbir şey koyamazdın. Çaresizce baktın bana. “Gerçekten mi istiyorsun kopmayı?” dedin. Oyuncağı elinden alınmış çocuğunki gibi çıkıyordu sesin. Güçlü değildi. Senin canının nasıl acıdığını hissettim. Bir an kararsız kaldım. Ama kendimi düşünmek zorundaydım. “Evet, git” dedim sana. “Ben gidemem” dedin ağlamaklı. “Ama sen de gidemezsin.”

Ve ben gittim. Sen farkına bile varmadın tüm bu olanların. Bütün bağlarımızı savurarak, hüzünle gözyaşları dökerek, ikimiz için de en iyisini dileyerek gittim.

Bir an afalladın, boşluğa düşmüş gibi. Sonra kayboldun gözlerimin önünden. Bir daha da senin yüzünü hiç aklıma getiremedim.

Gün geçti. Sen bu olanları bilmeden ertesi güne uyandın. Aklında aramızda olanlardan sadece en neşeli ve en mutlu anlar vardı. Onlarla yaşamakla yetineceğin bir yere sabitledim seni. Sen hiç fark etmedin. Sadece, nadiren aklına geldiğimde, iyi şeyler hatırlıyorsun. Çünkü benim gitmemle beraber, aramızdaki tüm acıları ve endişeleri yok ettim. Gitmeme duyduğun hüznü bile. Böylelikle ikimiz de güvende olacaktık.

Bir gün, yeniden gelebilirim ve senin gene haberin bile olmaz. Yöneten ve karar veren benim artık. Sana sadece bana duyduğun sevgi kalır her zaman…

19 Şubat 2010 Cuma

Duymak

Çok sıkıcı olacağını biliyordu toplantının. Her biri ikişer saat süren 4 seans izlemesi gerekiyordu. Etrafını saran ciddi ve mizah duygusunu gelmeden önce ofis dolaplarına kilitlemiş yaklaşık otuz kadar adam, Fransa’ dan geldiğini duyunca güzel ve cana yakın olmasını beklediği ama hayal kırıklığına uğradığı bir kız ve eskiden tanıdığı ama pek yakın olmadığı birkaç arkadaşı ile bütün günü geçirecekti. Sessiz, itirazsız, dikkatle dinlemeye adamalıydı kendini. Aslında yerinde durmak, durağan kalmak ona göre değildi. Üstelik de konu onun yatırım yapıp odaklanabileceği bir alan da değildi. Toplantı başlarken “Niye geldim ben bu toplantıya?” duygusu üstüne gelip yapıştı. Mümkün olduğunca arkalarda bir yer araştırdı. Ama toplantıyı organize edenler ve konuşmacılar arkaları doldurmuştu. Mecburen ortaya oturdu. Bu kadar adam için bu salon küçük ve havasız değil miydi? Yanındaki İngiliz akşamdan kalma, bira kokuyordu hala. Uyanamamış gibiydi, hatta belki yüzünü bile yıkamamıştı gelirken. Öbür yanındaki Avusturyalı ise sürekli onun yazdıklarına bakıyordu, sanki anlayacakmış gibi. Belki kendi dili ile benzer kelimeleri yakalamaya çalışıyordu, ama ne anlamsızdı… Sorsaydı söylerdi zaten ne yazdığını. Yazımdan karakter analizi yapıyor veya benimle konuşmak için fırsat yaratmaya çalışıyor olabilir diye düşündü. Tekrar kendini toparlayıp konuşmacının kötü İngilizcesi ile gevelediği sunuma odaklandı. Burası sosyalleşmek için seçilebilecek en kötü yer ve zamandı.

Bu gün böyle geçmeyecekti ve hatta yarını da vardı daha. Bir yol bulmalıydı. Gözleri yanmaya uykusu gelmeye başlamıştı. Üstelik de konuşan adamı anlamak gerçekten zordu. Birden reiki geldi aklına. Algılarının açılması, konuları anlayabilmesi, odaklanabilmesi ve doğru ve yararlı yorumlar getirebilmesi için, kendisine reiki yapmaya karar verdi. Elini midesine koydu. Eli ısınmaya başladığında sıkıntısının hafiflediğini, çekilmez gibi gelen saatleri umursamadığını fark etti. Daha devam etmeliydi. Daha çok reiki yapmalıydı. “Hatta hedefi büyütelim,” dedi. “Bu toplantının ışıldayan kısmı ben olayım, madem başkasında umut yok, o zaman ben ışıldayayım, kendi ışığımı yayayım.” Işıldamak istiyordu.

Birden aklına Zehra geldi. Daha dün İstanbul’ dan ayrılmadan önce görmüş olmasına rağmen, onu çok özlediğini düşündü. Aklına onun son zamanlarda yaşadığı sıkıntılar, üzüntüler ve çalkantılar geldi. Bazen her şey bir anda insanın üzerine yürür, bu durumda Zehra’ nın bu yükleri nasıl taşıdığına hayret ediyor ve saygı duyuyordu. “Bu güçlü kızın biraz daha güce ihtiyacı var,” dedi kendi kendine. Reikinin birazını ona yönlendirmeye karar verdi. Ne de olsa kaynak sonsuz ve kullanımı serbestti. Öyle lisans parası işlemiyordu sattığı yazılımlar için olduğu gibi, tıkır tıkır. Zehra’ ya reiki yollamaya başladı, yerine ulaşacağını, onun günlük kaygılarını azaltacağını umarak. 15 dakika daha geçti. Toplantı kendisi için verimli bir hale dönmüştü. Zehra’ ya SMS atmaya karar verdi. “Benden reiki istedin, ben de 15 dakikadır yolluyorum. Tadını çıkart canım.” Niye bu cümleyi kurduğunu bilmiyordu. İçinden öylesine gelen binlerce cümleden biriydi. Çoğunu bekletmez, ifade ederdi. Özellikle iyi bir şey ise, karşısındakinin bunu duymayı hak etmiş olduğuna inanırdı. Sonra yine toplantıya verdi dikkatini, soruları dinledi, sorular sordu, cevapları tartıştı. Bir anda sesi kısık telefonunun ışığının yanıp söndüğünü fark etti. SMS gelmişti Zehra’ dan. “Nasıl mümkün olabilir??? İnanamıyorum!!! Az önce senin masana geldim. Yerinde olmadığını görünce, nasıl ihtiyacım oluyor pozitif enerjisine bazı insanların dedim. Sen bunu nasıl hissettin ve bana istedin diye SMS atabildin?”

Şaşırmıştı. Bu yaşadıkları telepati çok uç bir şeydi. Normalde birine reiki yolladığında alıcı bunu hissedebiliyordu. Ama alıcının talebini iletmesi ve onun bunu hissetmesi başka bir durumdu. Arada bazı insanlar için “reiki yollamalıyım” düşüncesi belirirdi. Bazıları için bu istek öyle güçlü oluyordu ki, kalbi hızlanıyor ve reikinin ellerinden oluk oluk aktığını hissetmeden sakinleşemiyordu. Ama bunları o insanlara önem verdiğine, onların iyiliklerini istediğine yorumluyordu. Demek ki, birdenbire aklına düşen reiki talepleri doğru idi. Alıcılar güçlü bir şekilde bunu talep ediyor olmalıydılar. Ve o bunları hissedebiliyordu. Kesinlikle sezgilerini dinlemek, onlara duymazdan gelmemek gerekiyordu. Böylece dostları ile arasındaki şu görünmez iletişim daha zengin bir hale dönüşecekti. Çok mutlu ve huzurlu hissetti kendini. Ellerinde bir mucize vardı ve onun sayesinde kendi mucizesini deneyimleyebiliyordu. İlk bölümün sonuna kadar Zehra reikiyi aldı…

Mola verildiğinde bir kahve almak için dışarıya çıkıyordu. Eski arkadaşlarından biri ona selam verdi. Gülümseyerek karşılık verdi. Yanından daha uzaklaşmadan arkadaşı arkasından seslendi. “Hey, you are sparkling today!” Döndü, gülümsedi tekrar, el salladı aceleyle ve kahve makinasının başına gitti. Kahveyi alırken düşündü. “Ne dedi bana bu adam? Sparkling? Yani ‘ışıldıyorsun’ dedi… Bana ‘ışıldıyorsun’ dedi!”

14 Şubat 2010 Pazar

Ses

Harikasın, hep öylesin. Ama sana hiç söylenmemiş bir şey bulmak lazım. Seni sana anlatmak lazım. Henüz farkında olmadığın bir güzelliğini sana göstermek lazım. Öyle ki, bunu gördüğünde, dünyanda hiçbir şeyi değiştirmeden, sahip olduğun her şeye bambaşka bir sevinç ve heyecan içinde bak. Senin gelmiş geçmiş tüm acılarını silmek lazım. Bunlardan beslenen her şeyi temizlemek, bir daha asla üzülmeyeceğin şekilde seni bir ışıkla sarmalamak lazım.

Kalabalık günlerim bunlar. Benim için “Adalet” herkes beni bir yöne doğru çekiştirirken hepsine olması gereken uzaklıkta kalabilmek. “Denge” de işte o noktada kendine tutunabilmek… Dengemi yitirmezsem adil bir hayat yaşarım. Senin sesin saçlarımı okşar. “Hadi” der bana. Toparlanırım. Kendi üzerime kurduğum hayallerden, kendi gerçeğime uyanırım. Işığıma bürünürüm. Öfkeden, acıdan, hüzünden süzülüp üzerime yapışan lekeleri temizlerim. Geçmişim olduğu kadar geleceğim de silinir. Şu an, şimdi, parlarım…

İşte, kendi sesini sana nasıl duyurabilirim onu düşünüyorum…

13 Şubat 2010 Cumartesi

İz bırakan ve izi olmayanın öyküsü

“Insanoğlu’ nun yarattıkları muhteşem, hayran kalıyorum,” dedim. İnsan yaratıcılığının sınırsızlığı ve çok renkliliği içimde büyük bir heyecan yaratıyordu ve bunu onunla paylaşmak istemiştim. Ama onun yüzünden bir bulut geçti. Daraldı belli ki. Gözleri dalgınlaştı. Kibarlıktan ve sohbetin entellektüel seviyesini bozmak isteğinden “evet, gerçekten öyle” diye geçiştirdi. Aslında ben anlamıştım. Etrafındaki “uyumsuz, olumsuz, karanlık insanlar”ın gölgesi vurmuştu yüzüne. Konuşamadığı birçok şey gibi, suçlayan ve yakınan adamı da susturmuştu karşımda. Camdan dışarıya bakmaya başladı. Ona koyduğum entelektüel çıtayı geçecek gücü olmadığını düşünüyordu. Yetersizdi kendine göre. Anlamadığı alanlarda boy gösteriyordum. Kafası karışıktı. Zaten işleri başından aşkındı. Buraya Michelangelo’ nun heykellerini, Mevlana’ yı, Türkiyenin yakın tarihini, mitolojiyi tartışmaya mı gelmiştim? Ne diye çıkmıştım ki karşısına? Dar takvimlerde, koşturmacalarda ve sonucu belirsiz hırslarda yaşamaya programlanmıştı. Başka bir konuya hiç zamanı yoktu. Aslında zamansızlıktan çok yakınıyordu. Adeta sıkılmıştım her konuşmaya “çok yoğunum” diye başlamasından. Hayatımızı nasıl yaşadığımız kendi seçimimiz olduğu kadar, yaşadığımız hayatı nasıl algıladığımız da kendi seçimimizdi. Bir an bu sessizlikten çok sıkıldım.

Düşüncelerimin geldiği nokta kelimelerime dönüştü. “Senin seçimin” dedim. “Bu yoğunluk, bu tempo senin seçimin…” Daldığı yerden geri döndü. “Hayır, hep başkalarının yarattığı yoğunluk bunlar, plansız programsız insanların, zamanımı iyi yönetmeme engel olanların, bana çok yüklenen patronumun ve verdiğim işleri tamamlayamayan elemanlarımın suçu” Neden birden bu konuya girdiğimi anlayamadı aslında, sormadı da... Topa gelişine vurur gibi cevaplıyordu, çünkü hiçbir akışı yönlendiremeyecek kadar yorgun hissediyordu. Başkasının sohbeti kontrol etmesine de bozuluyordu. Suçluyordu herkesi, her şeyi. Benim onun hakkında ne kadar şey bildiğimi kestiremediği için konuşurken hep dikkatli olmaya çalışıyordu. Bir anda onunla ilgili bir gerçeği yüzüne vurabilirim diye çekiniyordu. Yoğunluğu ile ilgili yorumum da öyle idi. “Baksana, yoğunluğundan bu kadar çok yakınmanın belli bir anlamı var mı, yoksa bu bana yeterince zaman ayıramadığın için öne sürdüğün bir mazeret mi? Kimseyi, hiçbir düzeni suçlama. Şu koca evrende ne kadar önemsiz bir nokta olduğunu unutuyorsun. Kendini yokluğu ile çarkın dönüşüne zarar verecek bir dişli gibi görüyorsun. Sanki senin isteğin dışında yerleştirmişler seni o noktaya. Sanki sen olmazsan dünya duracak. Oysa böyle yaşamak senin seçimin. Yaşamı böyle görmek ise senin algın.”

Canını acıtmak istemiyordum aslında. Ama sıkılmıştım kurbanı oynamasından. Ne tepki vereceğini merak ediyordum direkt sözlerime. Son bir güç topladı. Seçim konusunda haklılığımı bildiği için, orada oyalanmadı. Sorunun öbür tarafına yöneldi. “Of, özür dilerim seni gerçekten aramak istedim” diyecek oldu. “Bak, beni arayıp aramamandan çok, senin içindeki suçluluk duygusu ile ilgileniyorum. Seninle iletişim kurmak için benim hiçbir teknolojik cihaza ihtiyacım yok. Eğer bana sürekli mazeret söylemek zorunda olduğunu düşünüyorsan, bu benimle ilgili değil, seninle ilgili bir sorun. Suçluluk duygusu… Hiç gereği olmadığı halde… Ben sana her eleştiri yönelttiğimde bu duyguya kapılmandan ve savunmaya geçmenden, savunamıyorsan da eleştiriyi olduğu gibi kabul ederek beni silahsızlandırmaya çalışmandan rahatsızım.”

Sessiz kaldı. Yetişkin bir insandı. Olumlu olumsuz birikimi vardı işte. Hayatı ve kendini algılayışı neredeyse kemikleşmişti. Değişmek, hatta değişme ihtiyacını hissetmek bile istemiyordu. Çocukluğunda ilgisiz kalmışlığını benimle konuşmak istemiyordu. Kendini ailesine ispatlamak için hayat boyu koşturmak zorunda kaldığını söylemek istemiyordu. İnsanca hatalarına sert cezalar ve tepkiler almıştı, yoksun bırakılmış biraz da uzaklaştırılmıştı. Benim kadar duyarlı olduğu için biliyorum, eminim, basit olaylar bile onda iz bırakmıştı. Bunları hatırlamak istemiyordu.

Bense hiç kimsenin hayatında “değiştirmek” için yer almıyordum. Bu yüzden onu öylece bıraktım. Herkes kendi kaderini önce çizer, sonra onu yaşardı. Ben kendimi ne onun kaderini değiştirmeye ne de paylaşmaya adamamıştım. Ben kendimi hiçbir şeye adamamıştım… Gelirdim, izimi bırakırdım giderdim.

9 Şubat 2010 Salı

Profilden...

Küçükken, daha önceki yaşamımda Nefertiti olduğumu iddia ederdim. Hüzünlü, görkemli ve asil bir yaşantısı olduğunu sanıyordum. Çok güzeldi, gizemliydi, vs vs vs...

Sonraları bir belgesel izledim. Öylesine elime geçen bir DVD... Kadının hiç de öyle hüzünlü bir hikayesi yoktu. Tek hüznü erkek çocuğunun olmayışıydı ama Amon Ra ona hayırlısından 4 kız evlat vermişti işte. Niye yakınıyordu hiç anlamadım. -Benim annem bundan mutludur mesela.- Kocası ile beraber zorla ülkenin başkentini ve dinini değiştirmiş bütün yönetim sistemini altüst etmişti. Zorbaydılar ve diplomasiden anlamıyorlardı. Ülkenin kaynaklarını yeni yarattıkları din ve tanrı için yaptırdıkları tapınağa adayıp halkı ihmal etmişlerdi. Öldüklerinde hiç itibarları kalmamıştı, ölümlerinin sonrasında da mezarları tahrip edilmiş, eski Mısır inançlarına göre sonsuz hayata geçmeleri bu şekilde engellenmişti.

Dahası ne biliyor musunuz? Nefertiti gerçekte çok çirkindi!

İşte bu bardağı taşıran son damla oldu. Artık onun reenkarne olmuş hali olduğumu düşünmüyorum. Ünlü büstünün profilden görünüşünün bana çok benzemesi sadece bir tesadüf... Ben doğana dek böyle profili olan bir kadın gelmemiş zaten yeryüzüne...

8 Şubat 2010 Pazartesi

Sevgili Eleştirmenim

Susmak bilmiyorsun. Sürekli konuşuyorsun. Beni yaptığım işlerden alıkoyuyorsun. Dırdır edip huzursuzluk çıkarıyorsun. Enerji alanımı yaralayıp beni aşağıya çekiyorsun. Tamam, eleştiri iyidir, dinlemek gerek ama bazen çok acımasız olmuyor musun? Haksızlık ettiğini düşünmüyor musun?

Beni “şanlı tarihim” den kopartıyorsun. Başardıklarımı, ilerlemelerimi, mutlu olduğum anları görmezden gelmeme neden oluyorsun. Yok öyleymişim, yok böyleymişim, yok düzelmezmişim, yok zamanımı boşa harcıyormuşum… Bir sus Allah aşkına! İş yapmaya çalışıyorum, odaklanmaya çalışıyorum, yaşama, işime, aileme, dostlarıma, kendi güzelliklerime. Bölüp durma beni.

Sinderella’ nın üvey annesi gibisin. Hem kendimi değersiz ve aşağı hissettiriyorsun, hem de bazen ümitlendiriyorsun, daha iyisi olabilirsin diye. Sonra sinsi bir strateji ile beni yeniden alaşağı ediyorsun. Saf saf sana inanıyorum, tuzağına düşüyorum. Yapmak istediklerimi engelliyorsun. Kafamı toplayamıyorum. Bu beni daha çok kızdırıyor.

Seni artık duymak istemiyorum. Yakamı bırak. Konuşmayı kes, yoksa ben susturacağım seni ebediyen.

Mükemmeliyetçiliğe zorladın beni bir dönem. Savaştım ve seni vazgeçirdim zorlamalarından. Artık yaptığım kadarı ile yetiniyor ve gurur duymayı başarıyorum. Biliyor musun? Migrenim bile senin yüzünden. Artık krize yakalanmalarım da azaldı. Bu davranışınla ne yapmak istiyorsun bilmiyorum, ama artık işe yaramıyor, bunu gör!

Sürekli kıyaslıyorsun beni başkaları ile. Anla artık, rekabet duygusu benim motivasyonum değil. Herkesin kendine has güçlü yönleri olduğunu, herkesin bu hayatta avantajı dezavantajı olduğunun farkındayım. Bunu takdir ediyorum. En iyi olmak zorunda değilim, bulunduğum yerde olmak ve olduğum yeri doldurmak zorundayım. Şu denemelerine son ver. İşe yaramayacak.

Şu, lisedeki tarih hocam gibisin. Hani ne yaparsam yapayım 10 alamadığım o sene… Üstelik matematiği, feni bile boşlamıştım bu yüzden. Hep daha iyisi olmamı destekleyecek kanıtlar sunuyorum sana, ama sen hep eksikler buluyorsun. Hiçbir şey bulamazsan, sanal bir sorun yaratıp onun içine çekiyorsun beni.

“Sağduyunum senin” falan deme bana. Sağduyulu davranmıyorsun. Ben korktukça, endişe krizlerine kapıldıkça, kendim gibi davranmadıkça sen orada gülüp duruyorsun. Kahkahalara boğuluyorsun. Çocukluğumda beni hep zor durumda bırakıp uğraştıran, sonra da karşıma geçip alay eden ağabeyim veya kuzenlerim gibisin. Bir gün vazgeçmedin bu huyundan. Ben senden vazgeçince mi anlayacaksın hatanı?

Bütün insanca davranışların hatalı olduğunu beynimize yerleştirmeye çalışan, tutucu toplumun sesisin sen. Yargılıyorsun, cezalandırılmam gerektiğini söylüyorsun. Ta ki ben kendimi cezalandırıncaya kadar da rahat etmiyorsun. Senin yüzünden nelerden vazgeçtim ben. Nelerden elimi çektim. Çok engelledin beni çok…

Şimdi bile sesini yükseltmeye, beni bastırmaya çalışıyorsun. “Sen benimle uğraşacağına, işlerine bak, aldı başını gitti her şey, sen daha oyalan”, diyorsun. Duyuyorum. Kes sesini. Çık kafamın içinden.

Ben de hayatım boyunca mazlumu oynamaktan sıkıldım senin karşında. Senin yüzünden uğradığım başarısızlıklara bahane olarak bile göstermeyeceğim seni. Olmuş bitmiş her şey. Artık senin varlığın ve söylediklerin yüzünden sızlanmak için kendime izin vermiyorum. Yoluma bakarım bundan sonra. Seni memnun etmek için bütün hayatımı değiştireceğimi sanma.

Dünya senin değer yargılarınla dönmüyor canım. Şu evrende bir ben mi uyumsuzum sence? O muhteşem uyumun parçası olduğumu görmüyor musun? Etrafıma yaydığım ışığı karartmaya çalışma. Sana rağmen parlatacağım onu. Sonunda kendi köşene çekilip benim istediğim, benim gerçeklerime uyduğun kadar ve gerçekten benim yararıma konuşacaksın. Şimdi konuş istediğin kadar. Kimse duymuyor seni. Sadece ben. Seni kimse destekleyemez. Beynimin içinde bir hapis hayatı yaşıyorsun. Kafesinde konuş, dur! Bense özgürüm ve dış dünya bana sonuna kadar açık. Hadi bakalım, el mi yaman bey mi yaman!

4 Şubat 2010 Perşembe

Affettim, özgürüm...

Açık ofisler başkalarının enerjisinden de etkilenmeye açık. Bir ton konsantrasyon gereken işim varken sağdan soldan gelen konuşmaların telefon seslerinin arasında daralıyorum. İnsanca herhalde. Kimseye kızmadan üzmeden, daralınca bir mola için kantine gitmeye karar verdim bugün. Hava çok soğuktu. Dışarıya çıkınca serin bir nefes aldım. Bir an içerinin curcunasından ne kadar kaçmak istediğimi fark ettim. Kaçış… Bazen ihtiyaç duyuyoruz buna.

Birden zihnimde bir soru belirdi. “Şu anda görmekten en çok mutlu olacağın kişi kim olurdu?”. Zihnimdeki yüzler ve isimler silindi bir anda. Çok eski bir arkadaşım ön plana çıkıverdi. Hepimiz seviniriz eski dostları görünce. Ama bizim durumumuz farklıydı. Üniversite boyunca hep beraber olduğumuz, beraber ders çalıştığımız, beraber eğlendiğimiz beraber ağladığımız dönemler, iş hayatına atıldığımız ilk yıllarda bir garip iletişimsizlik yüzünden bitivermişti. Kendimi ifade edebilme, suçum ne diye sorabilme fırsatı bile verilmemişti bana. Arkadaşım bir anda hayatımdan yok olup gitmişti. Öyle bir bilmece bırakmıştı ki arkasında, bizim kardeşliğe yüz tutmuş arkadaşlığımız, tüm anılar sırtımda bir yüke dönüşmüştü. Günlerce, aylarca, yıllarca düşündüm. Birden bire beni hayatından çıkararak sırra kadem basan arkadaşıma ne yapmış olabilirdim? Sanırım en kötüsü sebebini bilemediğimiz, istemediğimiz şekilde sonlanan ilişkileri yaşamak. Bir süre sonra içimdeki hüzün, beni böyle endişeler ve suçlu hissetmeler içinde, kendimi ifade edebilme fırsatı bile verilmeden “aforoz” edilmek yüzünden kızgınlığa ve kırgınlığa dönüşmüştü.
Bana yapılmış büyük bir haksızlıktı benim gözümde. İdam mahkumuna bile sorarlardı son sözlerini. Bana hiç sormamıştı.

İtiraf ediyorum, bu kızgınlık ve kırgınlık içinde, günün –onunla ilgili olmayan- stresini bile atmak için saat 20:00 ile 20:15 arasını ona küfür etme saati olarak belirlemiştim bir dönem. Hoş değil, gurur duymuyorum, ama yaptım!

Rüyalarımda bile gördüm yıllar boyunca. Tema hep aynı idi tahmin edersiniz. O geliyor, benimle konuşmak istiyor, ben gidiyorum, onu dinlemiyorum, “seninle konuşacak hiçbir şeyim yok benim,” diyorum. O öylece bakakalıyor arkamdan.

Bir süre sonra onu hiç düşünmemeye başladım. “Her ne ise bu oldu işte. Artık hayatımdan tamamen çıktı. Ne iyi günümde ne kötü günümde artık yanımda değil. Olmayacak da.” Kabullendim. Bugüne kadar da hiç aklıma gelmemişti o arkadaşım.

Bir an onun adı “görmekten en çok mutlu olacağım kişi” olarak belirince zihnimde, duraladım. Evet, o gelseydi içimi sevinç kaplayacaktı. Ama öyle intikam duygusu ile falan değil. Gerçekten sevinecektim. Bunun tek anlamı olabilir diye düşündüm. “Ben onu derinden affetmişim artık.” Bu harika bir şeydi.

Affetmek kırgın olduğumuz kişi için değil, bizim için iyi bir şey. Affedildiğini bilse de bilmese de önemli değil. Affetmek yıllardır kalbinin bir köşesinde sakladığın ve bu duygu yüzünden başkalarına veremediğin o köşeyi temizlemek demek. Affetmek orayı ışıkla ve sevgiyle yeniden yıkamak demek. Gönlünü yeniden yapmak demek. Kendi içinden gelmezse zaten, başkası ne yaparsa yapsın temizlenmez ki bu yer.

Affetmek kendi hatalarını da görmek ve bunlar için kendini de derinden bağışlamak demek. Aslında galiba kendimizi affedince affedebiliyoruz başkasını da. Onu dinlemek lazım. İçindeki acıyı duymak anlamak lazım. Sana bu haksızlığı yapmasını gerektirecek sebepleri duyumsamak lazım. Ya da belki hiç biri lazım değil, sadece endişelenmeyi bırakmak lazım. Bu yüzden affetmek özgürlük veriyor insana. Güç veriyor. Artık onu sevgiye iyiliğe ışığa teslim ediyorsun. Bu yükü taşımayı bırakıyorsun, hafifliyorsun, özgürleşiyorsun.

Çok güzel bir egzersiz okumuştum. İnsanlara karşı öfke biriktirmemek, empati kurabilmek, affedebilmek için birebir. Karşındaki kişiyi 7 yaşında bir çocuk olarak hayal ediyorsun. O çocuğu alıp karşına konuşuyorsun. Deneyin, inanılmaz sonuçları var. Çünkü hepimiz bir zamanlar çocuktuk. O zamanlar içimiz dışımız birdi. Hesapsızca doğruları söylerdik. Karşında duran çocuk da doğruları söylüyor.Bu inanılmaz, ama gerçekten insanlar içindeki acıları, davranışlarının temel nedenlerini 7 yaşında bir çocuk gibi aktarıyorlar sana. Sadece sor ve cevabı içtenlikle dinle. Duyacakların inanılmaz olacak ve içinde inanılmaz değişimler yaratacak.

Eğer arkadaşım bir gün benim karşıma çıkarsa, boynuna atılacağımı sanmam, ama gene de içim sevinçle dolacak. Çünkü ne kadar da olsa bir dönem bana kendi davranışlarım üzerinde çok düşünme fırsatı yarattığı için ona minnettarım. Yaşamımdaki herkesin varlığına minnettar olduğum gibi.

1 Şubat 2010 Pazartesi

Dünya ne üzerinde dönüyor?

Kitap hayata bakış açımızı değiştirir mi? Benim değiştirdi, sizi bilmem.

Reenkarnasyon konusunda daldım son zamanlarda. Bazı insanlarla geçmiş hayatlarımdan taşıdığım karmik ilişkilerin bugünümü yönlendiriyor olabileceğine dair bir uyarı aldım bir dostumdan. Karma Tarkan’ ın o güzelim albümü olmaktan daha fazla anlam taşıyor olabilirdi. Okuyalım bakalım diye aldım “Karma ve Tekrardoğuş” isimli kitabı. Tabii böyle şeylerin ispatı yok. Masal kitabı okur gibi okudum çoğu yerini. Çünkü bu zamana kadar bana verilen tüm inançlara ters. Her ne kadar Mevlana tekrardoğuş ile ilgili birçok söz ediyor olsa da ben yarım yamalak bilgimle şu anda bütünlüğe ulaşmaktan acizim. Öyle açım ki aynı anda iki üç kitabı takip ediyorum, onu da bileyim, bunu da öğreneyim, bunu da istiyorum… Yapmaya çalıştığım 1000 parçalık bulmacalara benziyor. Herhalde sentez zaman alacak. Ama biz buna takılamayız değil mi? Hedef önümüzde elbette ama yoldan da keyif almayı başarabilmek lazım.

Her neyse, inançlarıma ve şu ana kadarki bilgilerime ters olan bir şey okumaya başladığımda reddetmek yerine “benim bunda içselleştirmem gereken ne var” diye bakıyorum. Reiki’ yi çağırıyorum yardıma bazen. “Ey Reiki” diyorum, “Gel ve zihnimi bu kitaba açmama ve ondan faydalı şeyleri bulup çıkarmama yardım et.” İşe yarıyor olmalı, çünkü hayatım değişiyor.

Evet, konu kitap “Karma ve Tekrardoğuş”. Efendim karma şudur, budur, vs. Gerisindeki mantık güzel ama şimdi detaylara girmeyeceğim. Tek bir cümle aydınlattı beni, bir tek onu paylaşmak istiyorum.

“Dünya bizim tamamladığımız küçük görevlerimiz üzerinde döner.”

Vay, çok etkili bir cümle!

Kitap der ki, “insan karma üretecek davranışlardan kaçınmalıdır.” Bunun birkaç yolu var. Bunlardan birisi de işini sorgulamadan ve karşılık beklemeden en iyi şekilde yapmak. Hani elimize yapışan işler vardır ya, söyleniriz, istemeyiz, erteleriz…Yapın yahu, yapın gitsin. Yoksa dünya dönmeyecek, herkes böyle davranırsa...

Mesela ben… Otomatik pilota bağladım. Hiç sorgulamadan ve yaptığım işlerin etkisinde kalmadan pıt diye şapka değiştirebiliyorum artık. Ofise geliyorum, karmaşaya bir nefes egzersizi yaparak giriyorum. Basit ama etkisi güçlü. Nefes alırken dörde kadar say, verirken dörde kadar say, hepsi bu. Bu bana hiçliği hatırlatıyor. Bunun karşısında tüm zorluklar önemini, problemlerim etkisini, sıkıntılarım gücünü yitiriyor. Nesin ki sadece bir nefes… Hadi artık buraya bir amaç için geldin, başla bakalım… Niye alıyorsun ki o nefesi bunları yapmayacaksan. Aaa, bir de bakıyorum başlamışım tıkır tıkır çalışmaya. Arada kalbim sıkışınca “hadi bak dünya dönmeyecek, senin dünyan böyle dönse başkasınınki dönmeyecek, onunki dönmezse bir sonraki etkilenecek.” Hadi bakalım,tıkır tıkır… Cevaplanmış telefonum, mailim yok maşallah. Konuşmam gereken herkes aranmış. Dinlemem gereken herkes dinlenmiş.

Saat 17.30, kapa bakalım şalteri, yeni bir devre aç. Servise biniyorum. Kusura bakmayın o saat benim. Müzik dinlerim, kitap okurum, uyurum, kime ne. O benim lüksüm.

Eve girdiğim andan itibaren aşçıyım. Efe ne yer, Engin ne ister? Mutfaktayım, 15 dakikam var, bir şey hazırladım hazırladım, olmadı Efe geldi zaten, bitti… Oyun oynamak benim işim, yerlerde yuvarlanmak, beraber çizgi film izlemek, sohbet etmek, “faaliyet” yapmak… Efe benden bıkıp kendi kendine oynamaya çekilince ben gene otomatik pilota bağlıyorum.

Engin geliyor eve, e aynı şeyleri yemiyoruz hiç birimiz. Hepimizin ayrı menüsü var. Ona da tabağı hazırlanıyor. Arada oturuyorum elbette. 5 dakikalık nefes terapisi. Tekrar tıkır tıkır… Günle ilgili sohbet de var programımızda. Engin kızıyor bana haberler izlemiyorum diye. Dünyadan habersizmişim, uzayda yaşıyor gibiymişim. Ama eminim o da farkındadır ekstra stres yüklenmemiş, öfkeye bulanmamış, ümitsizliğe kapılmamış bir eşinin olması ona da fayda. Varsın cahil olsun, aman sinirli olmasın da… En azından anlattıklarını anlayabiliyorum da oradan kurtarıyorum.

Efe uyumuşsa saatinde, ne yapacağımı şaşırıyorum. Muhtemelen Engin kendini kaptırmıştır çalışmaya, veya okumaya. Ben boştayım. Ne yapsam bilemiyorum ki. Kitapları okumalıyım, evi toplamalıyım, dinlenmeliyim, şu blog işini de çıkardım başıma, 3 yeni DVD var seyret beni diye bakıyorlar. Acaba balkonda müzik mi dinlesem? Ya da her şeyi unutup reiki mi yapsam? Bu kararsızlığa devam etsem hiçbir şey yapamayacağım, birinden başlamalıyım.
Öyle önemli değil yaptıklarım. Basit şeyler… Uyumaya gittiğimde evim pırıl pırıl, ofisteki işler tertemiz yarını bekliyor olmuyor. E mükemmel olamam. Bir şeyler yapmış olmak hiçbir şey yapmamış olmaktan iyidir. Benim dünyam böyle dönüyor işte. Efe’ nin dünyasını besliyor, Engin’ in dünyasını, müşterilerimin, iş arkadaşlarımın, müdürlerimin, birilerinin birilerinin… Düşünme, yap, sızlanma, üşenme, şikayet etme, sadece yap, dünya senin yaptığın küçük işlerin üzerinde dönüyor.

30 Ocak 2010 Cumartesi

Patlama

Patlama

Bütün o karmaşadan ben de nasibimi almıştım. Yaşadığım yerde iki dağ vardı, biri diğerinden büyük olmayan, biri diğerinin önünde olmayan. O iki dağdan biri altındı, biri gümüş. Biri diğerinden daha değerli değildi çünkü ikisi de değerliydi. Dağlara güneş vururdu. Patlamanın etkisiyle dağların rengi siyaha dönmüştü. Bir yağmur başlamıştı. Çoktan gelip yerleşen bulutlar şimşekler yıldırımlar saçıyordu. Ovanın sakinleri nar taneleri gibi dağılmış oraya buraya saçılmıştı. Bitkiler patlamanın tozu ile gri bir renge bürünmüş çoğu görünmez olmuştu. Bir tek yalnız ağaç vardı yanında, küçük bir fidanla. Tüm yaprakları kurumuş ve yerlere saçılmış. Üzerinde kalan bir iki yeşil yaprak da er geç kurumaya ve dökülmeye mahkumdu. Çünkü gövde çoktan ölmüştü. Kalbi ölmüştü. Bir iki seğirti gösterse de cılız vücudu, ağaç aslında ölmüştü. Oyunlar oynadığım gölet kurumuştu. Etrafımıza bir kaos gelip çökmüştü. Koca bulutlardan gelen yıldırımlar yere ulaşınca durmuyorlardı ki, küçük yıldırımcıklar halinde ovada yaşayan tüm varlıklar arasında gerilimli ve can acıtıcı sıçramalar yaratıyorlardı. Rüzgar küçük hortumcuklar halinde her şeyi önlerine katıp sürüklerken daha da besliyorlardı karmaşayı.

Manzara görkemliydi. Ama kasvetliydi aynı zamanda. Gören kaçmak isterdi.

Ben o güne kadar kendi ışığını parlatan bir yeşim taşı gibiydim. Büyüyor öğreniyordum. Hayatı anlamaya çalışıyordum. Kendi dünyam vardı, ödevlerim, bebeklerim, yazılarım, küçük oyunlarım, müziğim ve arkadaşlarımla. Patlamadan ben de nasibimi almıştım. Kaos bana kadar ulaşıyordu. Artık kendi ışığını parlatmak çok zordu. Etrafımdaki sesler, kavgalar, ağlamalar, giderek çığ gibi büyüyordu. Ara ara gözüm cılız ağaca takılıyordu. Yeşil yapraklarını canlı tutmak için ne yaparsa yapsın mutlaka bir hortuma veya şimşeğe denk geliyordu bir yeri. Yanındaki küçük fidan ise kavruk kalıyordu, güneş görmüyordu, yeterince beslenemiyordu, oksijen yeterli değildi. Kulak ağrılarım bu dönemde başladı. Güvensizliklerim, gereksiz öfke patlamalarım… Kendimi okula verdim. Kaçıyordum, odama kapanıp ders çalışmak bana iyi geliyordu. Sadece en iyi olmaya odaklanmıştım. Yazı yazmaya vaktim kalmıyordu. Oyun oynamaya da. Arada koruluğa çıkıp temiz hava alıyrdum. Ama nedense yürürken yarattığım hava akımından mı nedir, yeni hortumlar yaratıyordu hareketlerim. Sonunda bir köşede oturmaya ve benden kaynaklı hiçbir sıkıntı çıkmasın istiyordum. Zaten sıkıntılarımla kimsenin uğraşacak hali yoktu.

Sessiz bir yas bürümüştü her yanımızı. Beyaz büyük bir fil gibi idi patlamanın etkisi. Herkes biliyordu, kimse konuşmuyordu. Toptan sınıfta kalmıştık, baş edememiştik. Başkasını üzmeyelim diye mi yoksa kendi travmamızla başa çıkacak gücümüz olmadığından mı kimse konuşmuyor tekrar yaşamak istemiyordu o patlamayı.

Ben iyice köşeye çekildim. Kendimi önemsiz, değersiz hissetmelerim de bu dönemde başladı. Fazlalık gibi… Kendi içimde benimle beraber büyüyen duygular ile ne yapacağımı şaşırmıştım. Tek bildiğim bütün bu kaostan bir şeyler öğrenerek ve güçlenerek çıkmam gerektiği idi. Kendi ışığımı her ne pahasına olursa olsun korumalıydım.

Fire verdim tabii.

Dağların yanına gittim. Açıkça korkuyorlardı. Aacın yanında yalnızlık ve hüzün vardı. Biraz da zamansız ölümüne kızgındı. Ovada gezmek bile kızdırıyordu beni, bütün o şimşek ve hortumların arasında. “Bir susun yahu, bir sessizlik ne olur, dağılın” diye bağırmak isterdim.

Konuşabilmekti tek çaresi, hem kendimizin travmasıyla baş edebilmenin hem de başkasına yardım etmenin yolu. Birbirimizin acısını hissetmemiz gerekmiyordu. Sadece birbirimiz gibi acı çekebildiğimizi bilmemiz yeterliydi. O zaman yalnız hissetmeyecektik. Kimse güçlü olmak zorunda değildi. Kimse güçlüyü de oynamak zorunda değildi. Ağlayabilseydik, konuşabilseydik, birbirimizi dinlemeye tahammülümüz olsaydı, önce o ortalıktaki kaos yok olacaktı. Küçük hortumlar beslenemeyecek, şimşekler o kadar etkili olmayacaktı. Bulutlar zaman içinde açılacaktı. Dağların siyah rengi kaybolmaya başlayacaktı. Dağlar rengini ve cesaretini kazanırsa o kadar korkmayacaktık biz de. Sular çekilecek küçük fidan yeşermeye başlayacaktı.

Bense ışığımı korumuştum. Ama bu kadar çok yorulmayacaktım.