30 Ocak 2010 Cumartesi

Patlama

Patlama

Bütün o karmaşadan ben de nasibimi almıştım. Yaşadığım yerde iki dağ vardı, biri diğerinden büyük olmayan, biri diğerinin önünde olmayan. O iki dağdan biri altındı, biri gümüş. Biri diğerinden daha değerli değildi çünkü ikisi de değerliydi. Dağlara güneş vururdu. Patlamanın etkisiyle dağların rengi siyaha dönmüştü. Bir yağmur başlamıştı. Çoktan gelip yerleşen bulutlar şimşekler yıldırımlar saçıyordu. Ovanın sakinleri nar taneleri gibi dağılmış oraya buraya saçılmıştı. Bitkiler patlamanın tozu ile gri bir renge bürünmüş çoğu görünmez olmuştu. Bir tek yalnız ağaç vardı yanında, küçük bir fidanla. Tüm yaprakları kurumuş ve yerlere saçılmış. Üzerinde kalan bir iki yeşil yaprak da er geç kurumaya ve dökülmeye mahkumdu. Çünkü gövde çoktan ölmüştü. Kalbi ölmüştü. Bir iki seğirti gösterse de cılız vücudu, ağaç aslında ölmüştü. Oyunlar oynadığım gölet kurumuştu. Etrafımıza bir kaos gelip çökmüştü. Koca bulutlardan gelen yıldırımlar yere ulaşınca durmuyorlardı ki, küçük yıldırımcıklar halinde ovada yaşayan tüm varlıklar arasında gerilimli ve can acıtıcı sıçramalar yaratıyorlardı. Rüzgar küçük hortumcuklar halinde her şeyi önlerine katıp sürüklerken daha da besliyorlardı karmaşayı.

Manzara görkemliydi. Ama kasvetliydi aynı zamanda. Gören kaçmak isterdi.

Ben o güne kadar kendi ışığını parlatan bir yeşim taşı gibiydim. Büyüyor öğreniyordum. Hayatı anlamaya çalışıyordum. Kendi dünyam vardı, ödevlerim, bebeklerim, yazılarım, küçük oyunlarım, müziğim ve arkadaşlarımla. Patlamadan ben de nasibimi almıştım. Kaos bana kadar ulaşıyordu. Artık kendi ışığını parlatmak çok zordu. Etrafımdaki sesler, kavgalar, ağlamalar, giderek çığ gibi büyüyordu. Ara ara gözüm cılız ağaca takılıyordu. Yeşil yapraklarını canlı tutmak için ne yaparsa yapsın mutlaka bir hortuma veya şimşeğe denk geliyordu bir yeri. Yanındaki küçük fidan ise kavruk kalıyordu, güneş görmüyordu, yeterince beslenemiyordu, oksijen yeterli değildi. Kulak ağrılarım bu dönemde başladı. Güvensizliklerim, gereksiz öfke patlamalarım… Kendimi okula verdim. Kaçıyordum, odama kapanıp ders çalışmak bana iyi geliyordu. Sadece en iyi olmaya odaklanmıştım. Yazı yazmaya vaktim kalmıyordu. Oyun oynamaya da. Arada koruluğa çıkıp temiz hava alıyrdum. Ama nedense yürürken yarattığım hava akımından mı nedir, yeni hortumlar yaratıyordu hareketlerim. Sonunda bir köşede oturmaya ve benden kaynaklı hiçbir sıkıntı çıkmasın istiyordum. Zaten sıkıntılarımla kimsenin uğraşacak hali yoktu.

Sessiz bir yas bürümüştü her yanımızı. Beyaz büyük bir fil gibi idi patlamanın etkisi. Herkes biliyordu, kimse konuşmuyordu. Toptan sınıfta kalmıştık, baş edememiştik. Başkasını üzmeyelim diye mi yoksa kendi travmamızla başa çıkacak gücümüz olmadığından mı kimse konuşmuyor tekrar yaşamak istemiyordu o patlamayı.

Ben iyice köşeye çekildim. Kendimi önemsiz, değersiz hissetmelerim de bu dönemde başladı. Fazlalık gibi… Kendi içimde benimle beraber büyüyen duygular ile ne yapacağımı şaşırmıştım. Tek bildiğim bütün bu kaostan bir şeyler öğrenerek ve güçlenerek çıkmam gerektiği idi. Kendi ışığımı her ne pahasına olursa olsun korumalıydım.

Fire verdim tabii.

Dağların yanına gittim. Açıkça korkuyorlardı. Aacın yanında yalnızlık ve hüzün vardı. Biraz da zamansız ölümüne kızgındı. Ovada gezmek bile kızdırıyordu beni, bütün o şimşek ve hortumların arasında. “Bir susun yahu, bir sessizlik ne olur, dağılın” diye bağırmak isterdim.

Konuşabilmekti tek çaresi, hem kendimizin travmasıyla baş edebilmenin hem de başkasına yardım etmenin yolu. Birbirimizin acısını hissetmemiz gerekmiyordu. Sadece birbirimiz gibi acı çekebildiğimizi bilmemiz yeterliydi. O zaman yalnız hissetmeyecektik. Kimse güçlü olmak zorunda değildi. Kimse güçlüyü de oynamak zorunda değildi. Ağlayabilseydik, konuşabilseydik, birbirimizi dinlemeye tahammülümüz olsaydı, önce o ortalıktaki kaos yok olacaktı. Küçük hortumlar beslenemeyecek, şimşekler o kadar etkili olmayacaktı. Bulutlar zaman içinde açılacaktı. Dağların siyah rengi kaybolmaya başlayacaktı. Dağlar rengini ve cesaretini kazanırsa o kadar korkmayacaktık biz de. Sular çekilecek küçük fidan yeşermeye başlayacaktı.

Bense ışığımı korumuştum. Ama bu kadar çok yorulmayacaktım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder