30 Mart 2010 Salı

Nedir?

Karar verdim. Bu havalar beni manik depresif yapıyor arkadaş. Ruh halim dalgalı, yer yer poyraz, karayel, aynı anda günlük güneşlik.

Şu içimdeki iki kişinin kavgasını susturamıyorum. Biri huzurlu olan, hiçbir şeyden korkmayan, hep desteklenildiğini, korunduğunu bilen ve beni hep dengede tutan taraf. İçimdeki ses. Öz dedikleri bu herhalde. Hani mutlak mutluluğu yaşayan ve yayan şey.

Diğeri beni resmen bacağımdan çekiyor. Bugün kavga ettim onunla. “Kes sesini” diye bağırdım. Göğsüme bir ağırlık çöktü. Baş etmek mümkün değil.

Şu ego denen şey, bildiklerini şaşırtıyor insana. Üstelik de sadece kendi egomuz değil başa çıkmaya çalıştığımız. Etrafımızdaki herkes egosunu gezmeye çıkartmış, çalışırken, yürürken, uyurken, konuşurken hep birlikte takılıyor. Onlar da çekiştiriyor bacağımdan.

Ne güzel demiş Usui,

“Sadece bugün kızma
Sadece bugün kaygılanma
Anneni babanı öğretmenlerini ve yaşlıları onurlandır
Geçimini dürüstçe kazan
Tüm canlı varlıklara şükran göster”

Kalkıp yemekten artan etleri, içimde şükran duygusu ile, bahçelerde dolaşan köpek için dışarıya bıraksam dengeye gelir miyim?

Deneyelim…

13 Mart 2010 Cumartesi

Kapılar

Kapılar kapanıyor. Zorluyorum ellerimle, bütün gücümle itiyorum. Önüne ayağımı sabitliyorum birinin, diğerinin arasına bir eşya atıveriyorum. Ne gariptir, o kapı bana bakıyor, neden beni gelip sen açık tutmadın da başka bir nesneyi iteledin önüme diye. Yetişemiyorum. Öncelikli kapılara yetiyor ancak gücüm. Bir onu bir öbürünü kurtarıyorum. Kapılar kapanırsa ışık kalmayacak, bahçeyi göremeyeceğim. Ama ne uğraşıyorum… Tüm kapıların açık kaldığından emin olduktan sonra bile derin nefes alamıyorum. Sakin kalamıyorum. Hala tutamadığım, benden habersiz kapanan kapı var sanıp sıçrıyorum yerimden. Şöyle bir iki tur atıyorum, her şey yolunda ise uykuya dalıyorum. Sabah ilk iş tekrar bakıyorum kapılara. Ben uyurken kapananlar oldu mu bilmem gerekiyor.

Bu hep böyle sürer gider. Karanlıktan korkmamayı öğrendiğimde, karanlıkta bile yolumu bulmayı öğrendiğimde sakinleşeceğim.

Bir dağda oturacağım sessizce. İçimde bir ışık doğacak, göğsümden. Büyüyüp ortalığı aydınlatacak. Ben kıpırdamayacağım bile.

5 Mart 2010 Cuma

Toxoplasmosis

“Sen yaşamın sürekli akan bir nehir gibi olduğunu zannediyorsun. Yaşam aslında öyle değil, zaman öyle akıp duran bir şey değil. Bir film şeridini düşün, birbiri ardına gelen ve hızla geçildiğinde hareketi oluşturan binlerce resim vardır üzerinde. Bu resimlerin her biri bir kesiti gösteriyor. İşte zaman öyle bir şeydir. Sonsuz sayıda resim var. Ve bu resimlerin tümü sonsuzlukta asılı duruyor. Sen sadece içlerinden yarattığın senaryoya uygun olanını çağırıp belli sırada oynatıyorsun ve sadece bilincinin içinde bulunduğu kareyi algılıyor. Bu resimler hiçbir yere kaybolmuyor, sonsuzlukta asılı kalıyor. Her karedeki biz gerçeğiz, varız ve o anı yaşıyoruz.”

İdrak etmem biraz zaman aldı. Yeni bir bilgiyi özümsemeye çalışıyordum. Ama sonra son sözlerine takıldım. Ve içime bir heyecan gelip kondu. Kalbim hızlandı.

“Peki o zaman, ablamla ilgili anılarım? Onlar da mı duruyor?”

“Evet, elbette, hiç kaybolmadılar, yaşadığın anki halinde evrende asılı duruyorlar.”

“O hiç ölmemiş gibi mi yani?”

“Ölenler nereye gider ki?”

Ablamın acısı içimde tazeydi. Bu sözlerin bana ilaç olmuştu. Hiç aklımdan çıkarmadım.



Yıllar sonra acılar hafifliyor. Anılar geri planlara atılıyor. İnsan o resim denizinden farklı resimler çağırmaya başlıyor. Öleni unutuyorsun. Ama o andaki bilincimle o andaki ben, ablama sarılmış duruyor, duracak sonsuza dek. Ya da onunla gülüyor o anki ben. Konuşuyor. Ona hayran hayran bakıyor. Yürüyor onunla beraber… Ablam ve ben birlikte zaman geçiriyoruz. Hala… Ve sonsuza dek…



Küskün bir çocuk gibi oturuyordun bir gün. Haziran’ da… Sultanahmet’ te bir kafede buluşmuştuk. Yağmur başlamıştı aniden hatta. Hatırlasana… Çok zor bir gün geçirmiştin. Yakalandığın virütik hastalık seni yorgun düşürüyordu geceleri. Gündüzleri iyiydin, ama ateşin çıkıyordu akşam saatlerinde ve sabaha kadar düşmüyordu. Beraber elimizdeki bilgilere bakmıştık. “Yaşamında sevgiyi hissedememek, alamamak” diyordu bilinçaltı nedeni için. Biz konuşurken dışarıda güneş açtı. O ağır yaz yağmuru kesildi. Hatırlıyorsun değil mi? Ben uzanıp iki elini tutmuştum sıkı sıkı.

“Ablam öldüğünde bana söylediklerini hatırlıyor musun?”

“Bazen o kadar çok konuşuyorum ki… Ne demiştim?”

“Hani zaman teorin… Evrende sonsuza dek asılı kalacak olan resimler…”

“Evet hatırlıyorum.”

“Sevgiye uyarlayalım. Deneyelim mi?”

Tane tane konuşuyordum. Konuşurken ellerini ellerimde sıkıyordum, söylediklerimin ciddiyetini göstermek istercesine. Sesimi net ama kısık bir tonda tutuyordum. Hafifçe sana doğru yaklaştım. Çok önemli bir sırrı açıklıyormuşçasına, gözlerimi kocaman açıp konuşmuştum seninle.

“Hatırla, düşün! Senin teorine göre, eğer hayatında bir an, kısacık bir an sevildiysen, bu, sonsuza kadar sevileceğin anlamına gelir.”

Yüzün aydınlanmıştı. Gözlerini sen de kocaman açtın... Yüzünü bana yaklaştırdın. Aynı net ses tonu ile,

“Evet” dedin. “Ben sevildim. Hem de çok. Bunu biliyorum.”