23 Şubat 2010 Salı

Gittim ben

Senin haberin yoktu. Uykuda da olabilirdin o ara. Uyanıksan da eminim bir şeylerle meşguldün. Ben çok yorulmuştum. Ancak gidebilecek kadar gücüm kalmıştı. Gittim. Sen öylece yaşamına devam ederken, seni terk ettim.

Haberin bile olmadı ben giderken. Aklına bile gelmemiş olabilirim. Gününden bana vermeyi esirgediğin 5 dakikayı başka bir şeylerle doldururken ben senin karşına geçtim. Sen bana bakıp sırıtıyordun. Zihnimdeki bu şey sanki sen değildin. Bir vampir veya bir asalak olabilirdin o anda. Bana yapışık yaşıyordun, benim duygularımı ve yaşam enerjimi tükettikçe “daha daha” diye haykırıyor ve bana daha çok tutunuyordun. Ancak nefes alabilecek kadar hareket etmeme izin veriyordun. Ben karşına geçmiş günden güne kendimi tüketirken sen sadece gülüp besleniyordun. Amacın bu değildi, ama ilişkimiz bu hale dönmüştü. Ben sana “gitmeni istiyorum” dedim. “Bağlarımız artık kopsun, beni bırak.” Sırıtan ifaden kayboldu. İçine bir sızı geldi kondu. Ne yapacağını bilemedin. Ben senin hayat damarlarından biri olmuştum. Kesilse yerine ne koyacağını düşündün bir an. Benim yerime hiçbir şey koyamazdın. Çaresizce baktın bana. “Gerçekten mi istiyorsun kopmayı?” dedin. Oyuncağı elinden alınmış çocuğunki gibi çıkıyordu sesin. Güçlü değildi. Senin canının nasıl acıdığını hissettim. Bir an kararsız kaldım. Ama kendimi düşünmek zorundaydım. “Evet, git” dedim sana. “Ben gidemem” dedin ağlamaklı. “Ama sen de gidemezsin.”

Ve ben gittim. Sen farkına bile varmadın tüm bu olanların. Bütün bağlarımızı savurarak, hüzünle gözyaşları dökerek, ikimiz için de en iyisini dileyerek gittim.

Bir an afalladın, boşluğa düşmüş gibi. Sonra kayboldun gözlerimin önünden. Bir daha da senin yüzünü hiç aklıma getiremedim.

Gün geçti. Sen bu olanları bilmeden ertesi güne uyandın. Aklında aramızda olanlardan sadece en neşeli ve en mutlu anlar vardı. Onlarla yaşamakla yetineceğin bir yere sabitledim seni. Sen hiç fark etmedin. Sadece, nadiren aklına geldiğimde, iyi şeyler hatırlıyorsun. Çünkü benim gitmemle beraber, aramızdaki tüm acıları ve endişeleri yok ettim. Gitmeme duyduğun hüznü bile. Böylelikle ikimiz de güvende olacaktık.

Bir gün, yeniden gelebilirim ve senin gene haberin bile olmaz. Yöneten ve karar veren benim artık. Sana sadece bana duyduğun sevgi kalır her zaman…

19 Şubat 2010 Cuma

Duymak

Çok sıkıcı olacağını biliyordu toplantının. Her biri ikişer saat süren 4 seans izlemesi gerekiyordu. Etrafını saran ciddi ve mizah duygusunu gelmeden önce ofis dolaplarına kilitlemiş yaklaşık otuz kadar adam, Fransa’ dan geldiğini duyunca güzel ve cana yakın olmasını beklediği ama hayal kırıklığına uğradığı bir kız ve eskiden tanıdığı ama pek yakın olmadığı birkaç arkadaşı ile bütün günü geçirecekti. Sessiz, itirazsız, dikkatle dinlemeye adamalıydı kendini. Aslında yerinde durmak, durağan kalmak ona göre değildi. Üstelik de konu onun yatırım yapıp odaklanabileceği bir alan da değildi. Toplantı başlarken “Niye geldim ben bu toplantıya?” duygusu üstüne gelip yapıştı. Mümkün olduğunca arkalarda bir yer araştırdı. Ama toplantıyı organize edenler ve konuşmacılar arkaları doldurmuştu. Mecburen ortaya oturdu. Bu kadar adam için bu salon küçük ve havasız değil miydi? Yanındaki İngiliz akşamdan kalma, bira kokuyordu hala. Uyanamamış gibiydi, hatta belki yüzünü bile yıkamamıştı gelirken. Öbür yanındaki Avusturyalı ise sürekli onun yazdıklarına bakıyordu, sanki anlayacakmış gibi. Belki kendi dili ile benzer kelimeleri yakalamaya çalışıyordu, ama ne anlamsızdı… Sorsaydı söylerdi zaten ne yazdığını. Yazımdan karakter analizi yapıyor veya benimle konuşmak için fırsat yaratmaya çalışıyor olabilir diye düşündü. Tekrar kendini toparlayıp konuşmacının kötü İngilizcesi ile gevelediği sunuma odaklandı. Burası sosyalleşmek için seçilebilecek en kötü yer ve zamandı.

Bu gün böyle geçmeyecekti ve hatta yarını da vardı daha. Bir yol bulmalıydı. Gözleri yanmaya uykusu gelmeye başlamıştı. Üstelik de konuşan adamı anlamak gerçekten zordu. Birden reiki geldi aklına. Algılarının açılması, konuları anlayabilmesi, odaklanabilmesi ve doğru ve yararlı yorumlar getirebilmesi için, kendisine reiki yapmaya karar verdi. Elini midesine koydu. Eli ısınmaya başladığında sıkıntısının hafiflediğini, çekilmez gibi gelen saatleri umursamadığını fark etti. Daha devam etmeliydi. Daha çok reiki yapmalıydı. “Hatta hedefi büyütelim,” dedi. “Bu toplantının ışıldayan kısmı ben olayım, madem başkasında umut yok, o zaman ben ışıldayayım, kendi ışığımı yayayım.” Işıldamak istiyordu.

Birden aklına Zehra geldi. Daha dün İstanbul’ dan ayrılmadan önce görmüş olmasına rağmen, onu çok özlediğini düşündü. Aklına onun son zamanlarda yaşadığı sıkıntılar, üzüntüler ve çalkantılar geldi. Bazen her şey bir anda insanın üzerine yürür, bu durumda Zehra’ nın bu yükleri nasıl taşıdığına hayret ediyor ve saygı duyuyordu. “Bu güçlü kızın biraz daha güce ihtiyacı var,” dedi kendi kendine. Reikinin birazını ona yönlendirmeye karar verdi. Ne de olsa kaynak sonsuz ve kullanımı serbestti. Öyle lisans parası işlemiyordu sattığı yazılımlar için olduğu gibi, tıkır tıkır. Zehra’ ya reiki yollamaya başladı, yerine ulaşacağını, onun günlük kaygılarını azaltacağını umarak. 15 dakika daha geçti. Toplantı kendisi için verimli bir hale dönmüştü. Zehra’ ya SMS atmaya karar verdi. “Benden reiki istedin, ben de 15 dakikadır yolluyorum. Tadını çıkart canım.” Niye bu cümleyi kurduğunu bilmiyordu. İçinden öylesine gelen binlerce cümleden biriydi. Çoğunu bekletmez, ifade ederdi. Özellikle iyi bir şey ise, karşısındakinin bunu duymayı hak etmiş olduğuna inanırdı. Sonra yine toplantıya verdi dikkatini, soruları dinledi, sorular sordu, cevapları tartıştı. Bir anda sesi kısık telefonunun ışığının yanıp söndüğünü fark etti. SMS gelmişti Zehra’ dan. “Nasıl mümkün olabilir??? İnanamıyorum!!! Az önce senin masana geldim. Yerinde olmadığını görünce, nasıl ihtiyacım oluyor pozitif enerjisine bazı insanların dedim. Sen bunu nasıl hissettin ve bana istedin diye SMS atabildin?”

Şaşırmıştı. Bu yaşadıkları telepati çok uç bir şeydi. Normalde birine reiki yolladığında alıcı bunu hissedebiliyordu. Ama alıcının talebini iletmesi ve onun bunu hissetmesi başka bir durumdu. Arada bazı insanlar için “reiki yollamalıyım” düşüncesi belirirdi. Bazıları için bu istek öyle güçlü oluyordu ki, kalbi hızlanıyor ve reikinin ellerinden oluk oluk aktığını hissetmeden sakinleşemiyordu. Ama bunları o insanlara önem verdiğine, onların iyiliklerini istediğine yorumluyordu. Demek ki, birdenbire aklına düşen reiki talepleri doğru idi. Alıcılar güçlü bir şekilde bunu talep ediyor olmalıydılar. Ve o bunları hissedebiliyordu. Kesinlikle sezgilerini dinlemek, onlara duymazdan gelmemek gerekiyordu. Böylece dostları ile arasındaki şu görünmez iletişim daha zengin bir hale dönüşecekti. Çok mutlu ve huzurlu hissetti kendini. Ellerinde bir mucize vardı ve onun sayesinde kendi mucizesini deneyimleyebiliyordu. İlk bölümün sonuna kadar Zehra reikiyi aldı…

Mola verildiğinde bir kahve almak için dışarıya çıkıyordu. Eski arkadaşlarından biri ona selam verdi. Gülümseyerek karşılık verdi. Yanından daha uzaklaşmadan arkadaşı arkasından seslendi. “Hey, you are sparkling today!” Döndü, gülümsedi tekrar, el salladı aceleyle ve kahve makinasının başına gitti. Kahveyi alırken düşündü. “Ne dedi bana bu adam? Sparkling? Yani ‘ışıldıyorsun’ dedi… Bana ‘ışıldıyorsun’ dedi!”

14 Şubat 2010 Pazar

Ses

Harikasın, hep öylesin. Ama sana hiç söylenmemiş bir şey bulmak lazım. Seni sana anlatmak lazım. Henüz farkında olmadığın bir güzelliğini sana göstermek lazım. Öyle ki, bunu gördüğünde, dünyanda hiçbir şeyi değiştirmeden, sahip olduğun her şeye bambaşka bir sevinç ve heyecan içinde bak. Senin gelmiş geçmiş tüm acılarını silmek lazım. Bunlardan beslenen her şeyi temizlemek, bir daha asla üzülmeyeceğin şekilde seni bir ışıkla sarmalamak lazım.

Kalabalık günlerim bunlar. Benim için “Adalet” herkes beni bir yöne doğru çekiştirirken hepsine olması gereken uzaklıkta kalabilmek. “Denge” de işte o noktada kendine tutunabilmek… Dengemi yitirmezsem adil bir hayat yaşarım. Senin sesin saçlarımı okşar. “Hadi” der bana. Toparlanırım. Kendi üzerime kurduğum hayallerden, kendi gerçeğime uyanırım. Işığıma bürünürüm. Öfkeden, acıdan, hüzünden süzülüp üzerime yapışan lekeleri temizlerim. Geçmişim olduğu kadar geleceğim de silinir. Şu an, şimdi, parlarım…

İşte, kendi sesini sana nasıl duyurabilirim onu düşünüyorum…

13 Şubat 2010 Cumartesi

İz bırakan ve izi olmayanın öyküsü

“Insanoğlu’ nun yarattıkları muhteşem, hayran kalıyorum,” dedim. İnsan yaratıcılığının sınırsızlığı ve çok renkliliği içimde büyük bir heyecan yaratıyordu ve bunu onunla paylaşmak istemiştim. Ama onun yüzünden bir bulut geçti. Daraldı belli ki. Gözleri dalgınlaştı. Kibarlıktan ve sohbetin entellektüel seviyesini bozmak isteğinden “evet, gerçekten öyle” diye geçiştirdi. Aslında ben anlamıştım. Etrafındaki “uyumsuz, olumsuz, karanlık insanlar”ın gölgesi vurmuştu yüzüne. Konuşamadığı birçok şey gibi, suçlayan ve yakınan adamı da susturmuştu karşımda. Camdan dışarıya bakmaya başladı. Ona koyduğum entelektüel çıtayı geçecek gücü olmadığını düşünüyordu. Yetersizdi kendine göre. Anlamadığı alanlarda boy gösteriyordum. Kafası karışıktı. Zaten işleri başından aşkındı. Buraya Michelangelo’ nun heykellerini, Mevlana’ yı, Türkiyenin yakın tarihini, mitolojiyi tartışmaya mı gelmiştim? Ne diye çıkmıştım ki karşısına? Dar takvimlerde, koşturmacalarda ve sonucu belirsiz hırslarda yaşamaya programlanmıştı. Başka bir konuya hiç zamanı yoktu. Aslında zamansızlıktan çok yakınıyordu. Adeta sıkılmıştım her konuşmaya “çok yoğunum” diye başlamasından. Hayatımızı nasıl yaşadığımız kendi seçimimiz olduğu kadar, yaşadığımız hayatı nasıl algıladığımız da kendi seçimimizdi. Bir an bu sessizlikten çok sıkıldım.

Düşüncelerimin geldiği nokta kelimelerime dönüştü. “Senin seçimin” dedim. “Bu yoğunluk, bu tempo senin seçimin…” Daldığı yerden geri döndü. “Hayır, hep başkalarının yarattığı yoğunluk bunlar, plansız programsız insanların, zamanımı iyi yönetmeme engel olanların, bana çok yüklenen patronumun ve verdiğim işleri tamamlayamayan elemanlarımın suçu” Neden birden bu konuya girdiğimi anlayamadı aslında, sormadı da... Topa gelişine vurur gibi cevaplıyordu, çünkü hiçbir akışı yönlendiremeyecek kadar yorgun hissediyordu. Başkasının sohbeti kontrol etmesine de bozuluyordu. Suçluyordu herkesi, her şeyi. Benim onun hakkında ne kadar şey bildiğimi kestiremediği için konuşurken hep dikkatli olmaya çalışıyordu. Bir anda onunla ilgili bir gerçeği yüzüne vurabilirim diye çekiniyordu. Yoğunluğu ile ilgili yorumum da öyle idi. “Baksana, yoğunluğundan bu kadar çok yakınmanın belli bir anlamı var mı, yoksa bu bana yeterince zaman ayıramadığın için öne sürdüğün bir mazeret mi? Kimseyi, hiçbir düzeni suçlama. Şu koca evrende ne kadar önemsiz bir nokta olduğunu unutuyorsun. Kendini yokluğu ile çarkın dönüşüne zarar verecek bir dişli gibi görüyorsun. Sanki senin isteğin dışında yerleştirmişler seni o noktaya. Sanki sen olmazsan dünya duracak. Oysa böyle yaşamak senin seçimin. Yaşamı böyle görmek ise senin algın.”

Canını acıtmak istemiyordum aslında. Ama sıkılmıştım kurbanı oynamasından. Ne tepki vereceğini merak ediyordum direkt sözlerime. Son bir güç topladı. Seçim konusunda haklılığımı bildiği için, orada oyalanmadı. Sorunun öbür tarafına yöneldi. “Of, özür dilerim seni gerçekten aramak istedim” diyecek oldu. “Bak, beni arayıp aramamandan çok, senin içindeki suçluluk duygusu ile ilgileniyorum. Seninle iletişim kurmak için benim hiçbir teknolojik cihaza ihtiyacım yok. Eğer bana sürekli mazeret söylemek zorunda olduğunu düşünüyorsan, bu benimle ilgili değil, seninle ilgili bir sorun. Suçluluk duygusu… Hiç gereği olmadığı halde… Ben sana her eleştiri yönelttiğimde bu duyguya kapılmandan ve savunmaya geçmenden, savunamıyorsan da eleştiriyi olduğu gibi kabul ederek beni silahsızlandırmaya çalışmandan rahatsızım.”

Sessiz kaldı. Yetişkin bir insandı. Olumlu olumsuz birikimi vardı işte. Hayatı ve kendini algılayışı neredeyse kemikleşmişti. Değişmek, hatta değişme ihtiyacını hissetmek bile istemiyordu. Çocukluğunda ilgisiz kalmışlığını benimle konuşmak istemiyordu. Kendini ailesine ispatlamak için hayat boyu koşturmak zorunda kaldığını söylemek istemiyordu. İnsanca hatalarına sert cezalar ve tepkiler almıştı, yoksun bırakılmış biraz da uzaklaştırılmıştı. Benim kadar duyarlı olduğu için biliyorum, eminim, basit olaylar bile onda iz bırakmıştı. Bunları hatırlamak istemiyordu.

Bense hiç kimsenin hayatında “değiştirmek” için yer almıyordum. Bu yüzden onu öylece bıraktım. Herkes kendi kaderini önce çizer, sonra onu yaşardı. Ben kendimi ne onun kaderini değiştirmeye ne de paylaşmaya adamamıştım. Ben kendimi hiçbir şeye adamamıştım… Gelirdim, izimi bırakırdım giderdim.

9 Şubat 2010 Salı

Profilden...

Küçükken, daha önceki yaşamımda Nefertiti olduğumu iddia ederdim. Hüzünlü, görkemli ve asil bir yaşantısı olduğunu sanıyordum. Çok güzeldi, gizemliydi, vs vs vs...

Sonraları bir belgesel izledim. Öylesine elime geçen bir DVD... Kadının hiç de öyle hüzünlü bir hikayesi yoktu. Tek hüznü erkek çocuğunun olmayışıydı ama Amon Ra ona hayırlısından 4 kız evlat vermişti işte. Niye yakınıyordu hiç anlamadım. -Benim annem bundan mutludur mesela.- Kocası ile beraber zorla ülkenin başkentini ve dinini değiştirmiş bütün yönetim sistemini altüst etmişti. Zorbaydılar ve diplomasiden anlamıyorlardı. Ülkenin kaynaklarını yeni yarattıkları din ve tanrı için yaptırdıkları tapınağa adayıp halkı ihmal etmişlerdi. Öldüklerinde hiç itibarları kalmamıştı, ölümlerinin sonrasında da mezarları tahrip edilmiş, eski Mısır inançlarına göre sonsuz hayata geçmeleri bu şekilde engellenmişti.

Dahası ne biliyor musunuz? Nefertiti gerçekte çok çirkindi!

İşte bu bardağı taşıran son damla oldu. Artık onun reenkarne olmuş hali olduğumu düşünmüyorum. Ünlü büstünün profilden görünüşünün bana çok benzemesi sadece bir tesadüf... Ben doğana dek böyle profili olan bir kadın gelmemiş zaten yeryüzüne...

8 Şubat 2010 Pazartesi

Sevgili Eleştirmenim

Susmak bilmiyorsun. Sürekli konuşuyorsun. Beni yaptığım işlerden alıkoyuyorsun. Dırdır edip huzursuzluk çıkarıyorsun. Enerji alanımı yaralayıp beni aşağıya çekiyorsun. Tamam, eleştiri iyidir, dinlemek gerek ama bazen çok acımasız olmuyor musun? Haksızlık ettiğini düşünmüyor musun?

Beni “şanlı tarihim” den kopartıyorsun. Başardıklarımı, ilerlemelerimi, mutlu olduğum anları görmezden gelmeme neden oluyorsun. Yok öyleymişim, yok böyleymişim, yok düzelmezmişim, yok zamanımı boşa harcıyormuşum… Bir sus Allah aşkına! İş yapmaya çalışıyorum, odaklanmaya çalışıyorum, yaşama, işime, aileme, dostlarıma, kendi güzelliklerime. Bölüp durma beni.

Sinderella’ nın üvey annesi gibisin. Hem kendimi değersiz ve aşağı hissettiriyorsun, hem de bazen ümitlendiriyorsun, daha iyisi olabilirsin diye. Sonra sinsi bir strateji ile beni yeniden alaşağı ediyorsun. Saf saf sana inanıyorum, tuzağına düşüyorum. Yapmak istediklerimi engelliyorsun. Kafamı toplayamıyorum. Bu beni daha çok kızdırıyor.

Seni artık duymak istemiyorum. Yakamı bırak. Konuşmayı kes, yoksa ben susturacağım seni ebediyen.

Mükemmeliyetçiliğe zorladın beni bir dönem. Savaştım ve seni vazgeçirdim zorlamalarından. Artık yaptığım kadarı ile yetiniyor ve gurur duymayı başarıyorum. Biliyor musun? Migrenim bile senin yüzünden. Artık krize yakalanmalarım da azaldı. Bu davranışınla ne yapmak istiyorsun bilmiyorum, ama artık işe yaramıyor, bunu gör!

Sürekli kıyaslıyorsun beni başkaları ile. Anla artık, rekabet duygusu benim motivasyonum değil. Herkesin kendine has güçlü yönleri olduğunu, herkesin bu hayatta avantajı dezavantajı olduğunun farkındayım. Bunu takdir ediyorum. En iyi olmak zorunda değilim, bulunduğum yerde olmak ve olduğum yeri doldurmak zorundayım. Şu denemelerine son ver. İşe yaramayacak.

Şu, lisedeki tarih hocam gibisin. Hani ne yaparsam yapayım 10 alamadığım o sene… Üstelik matematiği, feni bile boşlamıştım bu yüzden. Hep daha iyisi olmamı destekleyecek kanıtlar sunuyorum sana, ama sen hep eksikler buluyorsun. Hiçbir şey bulamazsan, sanal bir sorun yaratıp onun içine çekiyorsun beni.

“Sağduyunum senin” falan deme bana. Sağduyulu davranmıyorsun. Ben korktukça, endişe krizlerine kapıldıkça, kendim gibi davranmadıkça sen orada gülüp duruyorsun. Kahkahalara boğuluyorsun. Çocukluğumda beni hep zor durumda bırakıp uğraştıran, sonra da karşıma geçip alay eden ağabeyim veya kuzenlerim gibisin. Bir gün vazgeçmedin bu huyundan. Ben senden vazgeçince mi anlayacaksın hatanı?

Bütün insanca davranışların hatalı olduğunu beynimize yerleştirmeye çalışan, tutucu toplumun sesisin sen. Yargılıyorsun, cezalandırılmam gerektiğini söylüyorsun. Ta ki ben kendimi cezalandırıncaya kadar da rahat etmiyorsun. Senin yüzünden nelerden vazgeçtim ben. Nelerden elimi çektim. Çok engelledin beni çok…

Şimdi bile sesini yükseltmeye, beni bastırmaya çalışıyorsun. “Sen benimle uğraşacağına, işlerine bak, aldı başını gitti her şey, sen daha oyalan”, diyorsun. Duyuyorum. Kes sesini. Çık kafamın içinden.

Ben de hayatım boyunca mazlumu oynamaktan sıkıldım senin karşında. Senin yüzünden uğradığım başarısızlıklara bahane olarak bile göstermeyeceğim seni. Olmuş bitmiş her şey. Artık senin varlığın ve söylediklerin yüzünden sızlanmak için kendime izin vermiyorum. Yoluma bakarım bundan sonra. Seni memnun etmek için bütün hayatımı değiştireceğimi sanma.

Dünya senin değer yargılarınla dönmüyor canım. Şu evrende bir ben mi uyumsuzum sence? O muhteşem uyumun parçası olduğumu görmüyor musun? Etrafıma yaydığım ışığı karartmaya çalışma. Sana rağmen parlatacağım onu. Sonunda kendi köşene çekilip benim istediğim, benim gerçeklerime uyduğun kadar ve gerçekten benim yararıma konuşacaksın. Şimdi konuş istediğin kadar. Kimse duymuyor seni. Sadece ben. Seni kimse destekleyemez. Beynimin içinde bir hapis hayatı yaşıyorsun. Kafesinde konuş, dur! Bense özgürüm ve dış dünya bana sonuna kadar açık. Hadi bakalım, el mi yaman bey mi yaman!

4 Şubat 2010 Perşembe

Affettim, özgürüm...

Açık ofisler başkalarının enerjisinden de etkilenmeye açık. Bir ton konsantrasyon gereken işim varken sağdan soldan gelen konuşmaların telefon seslerinin arasında daralıyorum. İnsanca herhalde. Kimseye kızmadan üzmeden, daralınca bir mola için kantine gitmeye karar verdim bugün. Hava çok soğuktu. Dışarıya çıkınca serin bir nefes aldım. Bir an içerinin curcunasından ne kadar kaçmak istediğimi fark ettim. Kaçış… Bazen ihtiyaç duyuyoruz buna.

Birden zihnimde bir soru belirdi. “Şu anda görmekten en çok mutlu olacağın kişi kim olurdu?”. Zihnimdeki yüzler ve isimler silindi bir anda. Çok eski bir arkadaşım ön plana çıkıverdi. Hepimiz seviniriz eski dostları görünce. Ama bizim durumumuz farklıydı. Üniversite boyunca hep beraber olduğumuz, beraber ders çalıştığımız, beraber eğlendiğimiz beraber ağladığımız dönemler, iş hayatına atıldığımız ilk yıllarda bir garip iletişimsizlik yüzünden bitivermişti. Kendimi ifade edebilme, suçum ne diye sorabilme fırsatı bile verilmemişti bana. Arkadaşım bir anda hayatımdan yok olup gitmişti. Öyle bir bilmece bırakmıştı ki arkasında, bizim kardeşliğe yüz tutmuş arkadaşlığımız, tüm anılar sırtımda bir yüke dönüşmüştü. Günlerce, aylarca, yıllarca düşündüm. Birden bire beni hayatından çıkararak sırra kadem basan arkadaşıma ne yapmış olabilirdim? Sanırım en kötüsü sebebini bilemediğimiz, istemediğimiz şekilde sonlanan ilişkileri yaşamak. Bir süre sonra içimdeki hüzün, beni böyle endişeler ve suçlu hissetmeler içinde, kendimi ifade edebilme fırsatı bile verilmeden “aforoz” edilmek yüzünden kızgınlığa ve kırgınlığa dönüşmüştü.
Bana yapılmış büyük bir haksızlıktı benim gözümde. İdam mahkumuna bile sorarlardı son sözlerini. Bana hiç sormamıştı.

İtiraf ediyorum, bu kızgınlık ve kırgınlık içinde, günün –onunla ilgili olmayan- stresini bile atmak için saat 20:00 ile 20:15 arasını ona küfür etme saati olarak belirlemiştim bir dönem. Hoş değil, gurur duymuyorum, ama yaptım!

Rüyalarımda bile gördüm yıllar boyunca. Tema hep aynı idi tahmin edersiniz. O geliyor, benimle konuşmak istiyor, ben gidiyorum, onu dinlemiyorum, “seninle konuşacak hiçbir şeyim yok benim,” diyorum. O öylece bakakalıyor arkamdan.

Bir süre sonra onu hiç düşünmemeye başladım. “Her ne ise bu oldu işte. Artık hayatımdan tamamen çıktı. Ne iyi günümde ne kötü günümde artık yanımda değil. Olmayacak da.” Kabullendim. Bugüne kadar da hiç aklıma gelmemişti o arkadaşım.

Bir an onun adı “görmekten en çok mutlu olacağım kişi” olarak belirince zihnimde, duraladım. Evet, o gelseydi içimi sevinç kaplayacaktı. Ama öyle intikam duygusu ile falan değil. Gerçekten sevinecektim. Bunun tek anlamı olabilir diye düşündüm. “Ben onu derinden affetmişim artık.” Bu harika bir şeydi.

Affetmek kırgın olduğumuz kişi için değil, bizim için iyi bir şey. Affedildiğini bilse de bilmese de önemli değil. Affetmek yıllardır kalbinin bir köşesinde sakladığın ve bu duygu yüzünden başkalarına veremediğin o köşeyi temizlemek demek. Affetmek orayı ışıkla ve sevgiyle yeniden yıkamak demek. Gönlünü yeniden yapmak demek. Kendi içinden gelmezse zaten, başkası ne yaparsa yapsın temizlenmez ki bu yer.

Affetmek kendi hatalarını da görmek ve bunlar için kendini de derinden bağışlamak demek. Aslında galiba kendimizi affedince affedebiliyoruz başkasını da. Onu dinlemek lazım. İçindeki acıyı duymak anlamak lazım. Sana bu haksızlığı yapmasını gerektirecek sebepleri duyumsamak lazım. Ya da belki hiç biri lazım değil, sadece endişelenmeyi bırakmak lazım. Bu yüzden affetmek özgürlük veriyor insana. Güç veriyor. Artık onu sevgiye iyiliğe ışığa teslim ediyorsun. Bu yükü taşımayı bırakıyorsun, hafifliyorsun, özgürleşiyorsun.

Çok güzel bir egzersiz okumuştum. İnsanlara karşı öfke biriktirmemek, empati kurabilmek, affedebilmek için birebir. Karşındaki kişiyi 7 yaşında bir çocuk olarak hayal ediyorsun. O çocuğu alıp karşına konuşuyorsun. Deneyin, inanılmaz sonuçları var. Çünkü hepimiz bir zamanlar çocuktuk. O zamanlar içimiz dışımız birdi. Hesapsızca doğruları söylerdik. Karşında duran çocuk da doğruları söylüyor.Bu inanılmaz, ama gerçekten insanlar içindeki acıları, davranışlarının temel nedenlerini 7 yaşında bir çocuk gibi aktarıyorlar sana. Sadece sor ve cevabı içtenlikle dinle. Duyacakların inanılmaz olacak ve içinde inanılmaz değişimler yaratacak.

Eğer arkadaşım bir gün benim karşıma çıkarsa, boynuna atılacağımı sanmam, ama gene de içim sevinçle dolacak. Çünkü ne kadar da olsa bir dönem bana kendi davranışlarım üzerinde çok düşünme fırsatı yarattığı için ona minnettarım. Yaşamımdaki herkesin varlığına minnettar olduğum gibi.

1 Şubat 2010 Pazartesi

Dünya ne üzerinde dönüyor?

Kitap hayata bakış açımızı değiştirir mi? Benim değiştirdi, sizi bilmem.

Reenkarnasyon konusunda daldım son zamanlarda. Bazı insanlarla geçmiş hayatlarımdan taşıdığım karmik ilişkilerin bugünümü yönlendiriyor olabileceğine dair bir uyarı aldım bir dostumdan. Karma Tarkan’ ın o güzelim albümü olmaktan daha fazla anlam taşıyor olabilirdi. Okuyalım bakalım diye aldım “Karma ve Tekrardoğuş” isimli kitabı. Tabii böyle şeylerin ispatı yok. Masal kitabı okur gibi okudum çoğu yerini. Çünkü bu zamana kadar bana verilen tüm inançlara ters. Her ne kadar Mevlana tekrardoğuş ile ilgili birçok söz ediyor olsa da ben yarım yamalak bilgimle şu anda bütünlüğe ulaşmaktan acizim. Öyle açım ki aynı anda iki üç kitabı takip ediyorum, onu da bileyim, bunu da öğreneyim, bunu da istiyorum… Yapmaya çalıştığım 1000 parçalık bulmacalara benziyor. Herhalde sentez zaman alacak. Ama biz buna takılamayız değil mi? Hedef önümüzde elbette ama yoldan da keyif almayı başarabilmek lazım.

Her neyse, inançlarıma ve şu ana kadarki bilgilerime ters olan bir şey okumaya başladığımda reddetmek yerine “benim bunda içselleştirmem gereken ne var” diye bakıyorum. Reiki’ yi çağırıyorum yardıma bazen. “Ey Reiki” diyorum, “Gel ve zihnimi bu kitaba açmama ve ondan faydalı şeyleri bulup çıkarmama yardım et.” İşe yarıyor olmalı, çünkü hayatım değişiyor.

Evet, konu kitap “Karma ve Tekrardoğuş”. Efendim karma şudur, budur, vs. Gerisindeki mantık güzel ama şimdi detaylara girmeyeceğim. Tek bir cümle aydınlattı beni, bir tek onu paylaşmak istiyorum.

“Dünya bizim tamamladığımız küçük görevlerimiz üzerinde döner.”

Vay, çok etkili bir cümle!

Kitap der ki, “insan karma üretecek davranışlardan kaçınmalıdır.” Bunun birkaç yolu var. Bunlardan birisi de işini sorgulamadan ve karşılık beklemeden en iyi şekilde yapmak. Hani elimize yapışan işler vardır ya, söyleniriz, istemeyiz, erteleriz…Yapın yahu, yapın gitsin. Yoksa dünya dönmeyecek, herkes böyle davranırsa...

Mesela ben… Otomatik pilota bağladım. Hiç sorgulamadan ve yaptığım işlerin etkisinde kalmadan pıt diye şapka değiştirebiliyorum artık. Ofise geliyorum, karmaşaya bir nefes egzersizi yaparak giriyorum. Basit ama etkisi güçlü. Nefes alırken dörde kadar say, verirken dörde kadar say, hepsi bu. Bu bana hiçliği hatırlatıyor. Bunun karşısında tüm zorluklar önemini, problemlerim etkisini, sıkıntılarım gücünü yitiriyor. Nesin ki sadece bir nefes… Hadi artık buraya bir amaç için geldin, başla bakalım… Niye alıyorsun ki o nefesi bunları yapmayacaksan. Aaa, bir de bakıyorum başlamışım tıkır tıkır çalışmaya. Arada kalbim sıkışınca “hadi bak dünya dönmeyecek, senin dünyan böyle dönse başkasınınki dönmeyecek, onunki dönmezse bir sonraki etkilenecek.” Hadi bakalım,tıkır tıkır… Cevaplanmış telefonum, mailim yok maşallah. Konuşmam gereken herkes aranmış. Dinlemem gereken herkes dinlenmiş.

Saat 17.30, kapa bakalım şalteri, yeni bir devre aç. Servise biniyorum. Kusura bakmayın o saat benim. Müzik dinlerim, kitap okurum, uyurum, kime ne. O benim lüksüm.

Eve girdiğim andan itibaren aşçıyım. Efe ne yer, Engin ne ister? Mutfaktayım, 15 dakikam var, bir şey hazırladım hazırladım, olmadı Efe geldi zaten, bitti… Oyun oynamak benim işim, yerlerde yuvarlanmak, beraber çizgi film izlemek, sohbet etmek, “faaliyet” yapmak… Efe benden bıkıp kendi kendine oynamaya çekilince ben gene otomatik pilota bağlıyorum.

Engin geliyor eve, e aynı şeyleri yemiyoruz hiç birimiz. Hepimizin ayrı menüsü var. Ona da tabağı hazırlanıyor. Arada oturuyorum elbette. 5 dakikalık nefes terapisi. Tekrar tıkır tıkır… Günle ilgili sohbet de var programımızda. Engin kızıyor bana haberler izlemiyorum diye. Dünyadan habersizmişim, uzayda yaşıyor gibiymişim. Ama eminim o da farkındadır ekstra stres yüklenmemiş, öfkeye bulanmamış, ümitsizliğe kapılmamış bir eşinin olması ona da fayda. Varsın cahil olsun, aman sinirli olmasın da… En azından anlattıklarını anlayabiliyorum da oradan kurtarıyorum.

Efe uyumuşsa saatinde, ne yapacağımı şaşırıyorum. Muhtemelen Engin kendini kaptırmıştır çalışmaya, veya okumaya. Ben boştayım. Ne yapsam bilemiyorum ki. Kitapları okumalıyım, evi toplamalıyım, dinlenmeliyim, şu blog işini de çıkardım başıma, 3 yeni DVD var seyret beni diye bakıyorlar. Acaba balkonda müzik mi dinlesem? Ya da her şeyi unutup reiki mi yapsam? Bu kararsızlığa devam etsem hiçbir şey yapamayacağım, birinden başlamalıyım.
Öyle önemli değil yaptıklarım. Basit şeyler… Uyumaya gittiğimde evim pırıl pırıl, ofisteki işler tertemiz yarını bekliyor olmuyor. E mükemmel olamam. Bir şeyler yapmış olmak hiçbir şey yapmamış olmaktan iyidir. Benim dünyam böyle dönüyor işte. Efe’ nin dünyasını besliyor, Engin’ in dünyasını, müşterilerimin, iş arkadaşlarımın, müdürlerimin, birilerinin birilerinin… Düşünme, yap, sızlanma, üşenme, şikayet etme, sadece yap, dünya senin yaptığın küçük işlerin üzerinde dönüyor.